10 Mayıs 2009 Pazar

Akif Karan


Yaşlıların hastalıkları ile ilgilenen, dahiliyenin özel bir dalı olan Geriatri servisi var. Sabah pratiklerinin birinde bu serviste, profesör Akif Karan hocamız ile ders gördük. Doktorluğun zevkini tattım Akif hoca ile. Yaşlılar ile ilgilenen bir bölüm olunca derse giderken bir önyargı vardı. Kalp damar cerrahisi, aciller, kadın doğum gibi havalı yerlere bakarak neden burası seçilir diye düşünülebilir. Hasta, normalde hasta olmayacak genç biri olacak, sonra hastalığı ciddi olacak ki tedavi edince tatmin olasınız. Yaşlılar için hastalık zaten doğal süreç, tedavi etsen nereye kadar tedavi edebileceksin ki… gibi önyargılarla gittim açıkçası servise. Yaşlı bir hastamızın başında işledik dersi. Hastaya ‘bey’ ya da ‘hanımefendi’ diye hitap etmeyi öğrendik. Samimi olmak için amca, teyze gibi hitap etmekten daha iyi ve genel geçerliği olan bir hitap doğrusu, içinde saygıyı da barındırıyor, aklıma yattı. Hastamız bizim profesörlerden birine bol selam getirmiş oradan. Belki yirmi sene önce orada pratisyen hekim iken bulunmuş bizim selam getirilen hoca fakat unutmamış oradakiler. Bizim doğu insanı bambaşka… Anamnez alma diye bir şey var, hastanın şikayetlerini dinleyip şüphelendiğimiz hastalık üzerine sorular sorarak bir sonuca varmaya çalışıyoruz. Bu sırada hastamız çok uzun bir hikayeye girişebiliyor, o zaman asıl hastalığı irdelemek zor olabiliyor. Burada hastanın sözünü uygun bir şekilde kesip asıl mesele üzerine soru sormak gerekiyor. Akif hocamız bu konuda ne yaparsınız diye sordu, sözünü bitirmesini bekler misiniz diye, genel olarak beklemeyiz diye düşündük. Bir araştırma yapılmış bu konuda, sözünü kesmeden beklerseniz, sonra sorarsanız soracağınızı yirmi beş saniye fark ediyormuş sadece. O yüzden sözünü kesmememizi söyledi. Yaşlı hastalarda, normalden farklı olarak sorulacak sorulardan bahsetti hoca. İşlerini kendisi yapabiliyor mu, alışverişini yapabiliyor mu gibi sorular vardı. Kendi kendine yetip yetemediğini anlamaya çalışıyoruz, eğer bakıma ihtiyacı varsa ve bakacak kimsesi yoksa gerekli yerleri haberdar ediyormuşuz. Hasta ile konuştukça garip bir şekilde mutluluk hissetmeye başladım. Doktor olmaktan haz alıyor ve kendimi değerli hissediyordum. Nereden geldi bu his diye düşününce kaynağını buldum. Orada yatakta yatan, bir mevkisi makamı olmayan, yaşlı hastaya odaya girerkenki baktığımdan daha değerli bakmaya başlamıştım. Doktorlukta mutlu olmak için illa ki havalı bildiğimiz şeyler yapmak gerekmiyormuş, hastaya değer verince mutlu olunuyormuş, dersten öğrendiğim bu oldu.

Şeker Diyabet

Endokrin servisinde ellili yaşlarında bir hasta gördük. Bir gözü görmüyor, diğeri de yüzde on görüyor. Beş on sene öncesine kadar gücü kuvveti yerinde, o güne kadar doktor yüzü görmemiş. Kalp krizi geçirmiş, o sırada ölçülen kan şekeri yüksek çıkmış ve diyabet ( şeker ) tanısı konulmuş, sanırım altı yedi sene önce. İlaç tedavisi başlanmış. Dört sene kadar ilacı kullanmış hasta. Sonra da, ne de olsa bir şikayetim yok ve ilacın da bir faydası yok diyerek bırakmış. Öyküsü böyle… Dersten sonra hoca bu dersle alakalı ne öğrendiniz diye sordu. Sıra bana gelince, diyabetin göründüğü gibi masum bir şey olmadığını, yakalanır yakalanmaz sıkı bir şekilde tedavi edilmesi lazım diye düşündüğümü söyledim. Millet olarak ilaca ve doktorlara karşı bir önyargı var bizde. Otobüsle İstanbul’a gelirken yanımda oturan tıp fakültesinde okuduğumu öğrenince doktorlardan dert yandı, ilaca gerek olmadığını, kafadan ilaç yazıldığını söyledi. Hepsinin bir yeri olduğundan bahsettim biraz ama fazla konuşmadım, dinledim. Her hastalık için bir ilaç yerine dört beş tane gereksiz yere ilaç yazıldığını söylüyordu…
insülin
Diyabet kandaki şekerin yüksek olması manasına geliyor. Bu şekeri gerekli yerde kullanmak için insülin diye bir madde var vücudumuzda, bu yetersiz olunca gerekli yere gideceğine kanda kalıyor. Bu yükseklik de kısa dönemde bir zarar vermiyor ama yıllar içinde kaçınılmaz bir şekilde göz, kalp, beyin, böbrek gibi organlarda geri dönüşümü olmayan hasara yol açıyor. Bizim hastada da önce kalp krizi ile belirti vermiş, daha başka hasar yokken ilaca başlanmış ama gerek doktorun hastalığın ciddiyetini anlatamamasından gerek hastanın tedaviyi kendi kendine bırakması bu sonucu getirmiş… Eğitim gerek. Hepimiz bir şekilde bu toplumun bir parçası olduğumuzdan, en başta kendimizden başlamamız gerek herhalde. Doktor olarak hasta ile daha iyi bir iletişimin yolunu bulmak gerekiyor…