31 Aralık 2012 Pazartesi

Amerika'da yilbasi

 Diger gunlerden bir farki yok. Oyle buyuk bir kutlama filan da yok. Diger gunler gibi siradan geciyor.
Amerikalilarin bu siralarda iki onemli gunu vardi, onlar da gecti. Ilki, Kasim ayinin son persembesi Thanksgiving idi. Dini bir bayram degil, Amerikaya ozgu. Avrupadan gocup geldikten sonra, degisik sebeplerden oturu bir nevi sukur etme babinda meydana gelmis bir kutlama. Bu tarihte, genelde tum aile toplanir. Hindi de bu bayramda yenilir. "Black friday" dedileri gun de, Thanksgiving den sonra gelir. Adini, bizim cuma gunune hurmetsizlik olarak gorup begenmiyorum. O gun de alisveris cilginligi olur, sabahlara kadar magazalar aciktir.
Amerikalilarin diger onemli gunu Christmasdir. O da, 25 Aralikta kutlandi. Christmas zamaninda, genelde bir iki hafta tatile cikilir. Ilkokullar filan da, bu donemde iki uc hafta tatile girer. Resmi kurumlar sadece Christmas gunu tatil yapsa da, diger egitim kurumlari filan ara tatil yapar. Christmas oncesinde, milletin cogu hediyelik esya alir. Oyle ki, hediye alayim diye, baska seye pek para harcamazlar, araba fiyatlari duser, restoranlar pek dolu olmaz vs. Christmas zamaninda, hediyelesmek bayagi yaygindir.
Bizim memlekette adamlarin Christmas indan cam agacini alip, Thanksgiving den de hindisini alip, tarihi de 31 araliga getirip yilbasi kutlamasi yapiliyor.
Sahsen, baskasindan odunc alinip uzerimizde igreti duran elbiseler giymek yerine, kendi milletimizin ruh dunyasinin inceliklerini barindiran onca guzel gelenege sahip cikip yasatmayi tercih ederim. Illa guzel birsey yasamak icin baskasini taklit etmek gerekmiyor, donup gecmisimize bakmak yeterli.
Bizim genlerimizde varmis haci, dedelerimiz var ya, hep guzel insanlarmis. Nur icinde yatsinlar.
Vesselam....

28 Aralık 2012 Cuma

Laboratuar Hatiralari - 4

Bir haftadan uzun suredir hucre buyutuyorum. Yeterince buyudukten sonra deneye baslayacagim, deney de gene 1 haftayi buluyor. Az once gelip baktim hucrelerime, bir de ne goreyim. Hucrelerin uzerini sis gibi birseyler kaplamis. Bakteriler mi acaba dedim, mikroskopla yakindan baktim, hakkaten bakteri. Kimil kimil hareket edip duruyorlar. Bir bu eksikti. Tas kemirin, gidin toprak yiyin, demir kemirin, turlu turlu kimyasallar var, onlarin icine dusun... Ne gelip benim hucrelere musallat oluyorsunuz. Mecburen attim hucreleri. Ugrastigim alet edavati da iyice temizlemem gerekti. Camasir suyu, alkol vs kokusuna da doymus olduk sabah sabah.

24 Aralık 2012 Pazartesi

Kimi Okumali...

Universite 1. sinifta iken, yagmurlu bir gunde dolasmaya ciktim. Fatih'te oturuyorum. Yururken, aklima Besiktas'ta oturan Akif abi geldi, liseden bizim bir ust donemimiz idi, Bogazicin'de okuyordu o zaman. Onu bir ziyaret edeyim dedim. Yagmurda yurumeyi sevdigimden Yuruye yuruye Besiktas'a kadar gittim. O kadar cok islanmisim ki, vardigimda sirilsiklamdim. Sagolsun Akif abi kuru kiyafetlerinden verdi. ( Hos, sanki kuru ve islak kiyafetleri var da, kurularindan seciyor gibi anlattim:) Neyse, oturup muhabbet ettik. Aksam da, Besiktas meydandaki kafeye cay icmeye ciktik. Oturup sohbet ederken, "kitap okurken ne yapiyorsun, seciyor musun?" diye sordu. Ne dedigimi pek hatirlamiyorum ama, bugun o sorusu aklima geldi.
Panait Istrati'nin 'Hayata ve Insanlara Dair' adindaki kitabini bitirdim. Daha once baska kitaplarini da okumuslugum vardi. Digerlerinin hepsi hikaye-ani tarzinda idi, bu kitapta daha ziyade dusuncelerinden bahsetmis. Akif abinin o sorusunun tam cevabini buldugumu dusundum bugun. Panait Istrati'nin ne kadar yazisi varsa, hepsini okumam lazim diye dusundum. Bunun nedenini aciklamak o kadar uzun olacak ki, ayik bir kafa ve o dusunceyi aciklayacak yurek dolgunlugu gerekiyor, o yuzden belki baska zaman...
 Ancak bir kac noktaya deginmeden edemeyeceim sicagi sicagina. Ilk olarak aklima gelen sey, nerdeyse suna eminim ki, Panait Istrati muslumanligi bilse, tam musluman olacak adammis. Ikinci aklima gelen, hani derler ya 'tarih tekerrurden ibarettir' diye. Burada kastedilen sadece klasik tarihi vakalar degil aslinda. Sosyolojik olaylar da, uygun mekan ve sartlarda tekerrur eder diye dusunuyorum. Kitapta gecen partizanlik gibi.
Gizli bir hazine bu Panait.
Vesselam...
Panait Istrati

Genç Bilim: "Gözünü Çevir De Bak!"

21 Aralık 2012 Cuma

Laboratuar Hatiralari - 3

Iki haftadir filan RNA cikarmaya calisiyorum hucreden. RNA dedigimiz sey, hucrenin cekirdeginde bulunan genlerden (DNA) bilgiyi uzerine kopyalayip o bilgiden protein urettiren molekul. Bu proteinler de hucrenin islerini goruyor. Kac sefer denediysem olmadi, bir sonuc alamadim. Once hucreleri ekip buyutuyorum, sonra onlari belli asamalardan gecirip 40 mikrolitre filan RNA elde etmeye calisiyorum. ( 1000 mikolitre=1 mililitre). Sonra elde ettigim o RNA yi, jele yerlestirip elektrik akimi altinda ilerletiyorum. Ultraviyole isigi altinda resmini cekip RNA var mi yok mu, varsa kalitesi nasil diye kontrol ediyorum. Biraz teknik isler...
Neyse, kac sefer denediysem istedigim goruntuyu elde edemedim. Bugun, benim jeli koydugum kapta belki RNAyi eriten baska maddeler olabilecegini farkettik. O kabi bir guzel yikayip bir de ozel malzeme ile temizledikten sonra tekrar benim RNA orneklerini koydum. Islemden gecirdikten sonra fotografini cektim. Olmasi gerektigi gibi, iki tane cok belli cizgi gorundu filmde. Hemen ciktisini aldim. Hocanin yanina vardim. "Bak bakalim haci, sizin ulkede buna RNA diyorlar degil mi?" demedim tabii :) "Is that RNA?" dedim, iki haftadir ugrastigimi bilen hoca gulerek bakti, "Yes, congratulations!" dedi. "Ne demek haci, estagfurullah." da diyemedim tabii:) "Thanks" deyip gectim masama...

26 Kasım 2012 Pazartesi

Kafa Kagidi - 3

Sanal yasamayin beyler, hanimlar. Baskalarinin duygularini yasamak zorunda degilsiniz, diziler tercuman olmamali duygulariniza. Sanki bir filmde, dizide anlatilanlarla tatmin ediyor insanlar duygu ihtiyaclarini. Yapmayin boyle. Illa herseyi gorselden yemeyin, televizyon ve bilgisayardan doyurmayin kendinizi.
Kitaplar var, kutuphaneler dolusu hazine bizleri bekliyor. Geyik, bazen belki gerek ama o

mru geyikle gecirmek de nedir yahu? Kahve milleti insani olmayi hemen herkes becerir, kafe koselerinde, nargile baslarinda omur curutmeyin. Ozellikle universitedeki arkadaslar icin bu sozlerim. Son zamanlarda da, o kadar cok albenili kafeler acildi ki...
Insanlarin "gazini aliyorlar". Soyle ki, mesela tarihe merakli oldugu iddiasindaki bir genci ele alalim. Bu merak ile gidip facebookta, resim altinda iki satirlik yazi paylasilan "tarih" ile alakali bir sayfaya uye olup, oradan gelen bilgiler ile kendini "doyuruyor" acligi ve meraki kalmamis oluyor. Madem merakin var, kovala pesinden, git Osmanlica ogren, arsivleri tara, sahaflari dolasip eski tarih kitaplari bul, ansiklopedileri karistir. Maalesef bu gibi bircok sekilde, insanlar sanaldan doyuruyor kendisini. Gidip gercegini yasamak varken, ki, sanaldan gelenlerin dogrulugundan da hemen hicbir zaman emin olamam, yaziktir beynimizi bu sekilde israf etmemiz. Bilgi kirliligi tam da bu iste. Bilgili oldugunu iddia etmek, ve isin aslinda ici kocaman kof olmak tam da bu.
Hemen her konuda fikir sahibi olup, yine ayni seklide hemen hicbir konuda bilgi sahibi olmamak sonucunu doguruyor bunlar. Internet alimliginiz klavye basindan ayrilinca biter. Kafada gereksiz bir bilgi coplugu ile dolasmanin ne geregi var ki? Bi zahmet koltuktan kalkip yasamaya baslayin.
Yoksa, bu sanal yasayan genclik, ilerde depresif, huysuz, hayattan geriye kocaman bir bosluk kalmis, yasadim zannettigi seylerin aslinda sanaldan ibaret oldugunu anlamis yaslilar haline donusecekler. Sanki sinemadan cikmis, o hayal aleminden uyanip karsisinda gercek bir dunya bulmus, basi agrimis ve huzuru kacmis sinema seyircileri gibi olacaklar.

Sanal seylerle doyurmayin kendinizi, gercek kitaptan okuyun. Tweet yerine gidip yuzyuze konusun insanlarla. Klavye basinda kazandim zannettiginiz zaferler ancak orada kalir. Bir de, cok konusmayin bilip bilmeden. Uzmani oldugunuz konu varsa, gerektigi yerde elbet konusun ama, bilmediginiz mevzularda, cok biliyormus gibi konusmayin lutfen.
Bu, "gazini alma" mevzuunda, birkac ornek daha geldi aklima. Bir ulke Turkiye'ye "yamuk" yapar mesela. Bu, insanimizi rahatsiz eder. Ama bunun uzerine bir film cekilir, filmde o "yamugu" yapana "haddi" bildirilir, ve insanimizin da "gazi alinmis" olur.
Karikatur krizlerini dusunelim. Bu durumda rahatsiz oluruz ve facebookta dolanan, o malum karikaturleri yapani asagilayici bir resim dolanir, onu paylasinca icimiz bir rahatlar, gorevimiz tamamdir artik, tam musluman olmusuzdur, o hakaret eden cevabini bulmustur klavyemizden. Tabii bu muslumanlar, nedense sabah namazlarina camiye gidemezler evden cikip. Biri cikip degerlerimize hakaret etse, "olumune" karsi cikar, ama sabah namazina kalkip gidemez. Sanal yasamak biraz da boyle birsey iste.
Bir facebook sayfasinda, birisi "hadi ecdadin torunlari, begen butonu coksun" der, bizim saf sanal genc de "cokertir" o butonu ve vazifesini tamamlamis olmanin huzurunu duyar. Bir tiklama ile tescillemis olur ecdadin torunu oldugunu, var mi daha alasi? Sokagindaki tarihi cesmenin duvari yazidan gorunmez olmustur, mahallesindeki metruk kulliye hergun biraz daha dokulmektedir ama o ecdadin torunu olmustur tek tikla. Hicbir kitap okumadan, kafasini hic calistirmadan, sanat, kultur, edebiyat vs hicbirinde ( kulaktan duyma kirintilar haric ) bir bilgi sahibi olmadan alim olmustur gencimiz.
Yazik yahu. Bu sozlerim basta kendime. Akip giden bir yasam ve hazineler var. Kisilip kalmayalim. Inanin beynin calismasi cok guzel birsey. Birakin facebook begenmelerini, sayfalarini. Birakin dizilerden duygu calmayi. Birakin kendi halleri neyse gorsun "star"lar. Birbirlerini mi yiyorlar, ne yapiyorlarsa yapsinlar. Sizin zamaniniz cok degerli. Cunku hicbir seklide onu geri koyamazsiniz. O degerli zamani, degersiz kimseler ve bilgiler, isler vs icin kullanmayin.
Kendi dilinizi kendiniz olusturun, birakin oradan buradan kaptiginiz replikleri kullanmayi. Kendi okudugunuz kitaptan konusun konusacak iseniz, filancanin cafcafli resimle paylastigi o cok ozlu sozle konusmayin. Gercek bilginin cagi geciyor beyler ve hanimlar. Gercek duygularin, gercek iliskilerin cagi geciyor. Gercek "yasamin" da cagi geciyor. Nasil ki, eski lezzetler yok ise artik meyve, sebze, yemeklerde, inanin gercek tadi da kaciyor yasamin. Laboraturda onca is beklerken oturup biraz dertleseyim dedim. Kacirmakta oldugumu farkedip kacirmak istemedigim seyleri sizin de kacirmanizi istemem.
Vesselam, saglicakla kalin.

18 Kasım 2012 Pazar

Laboratuar Hatiralari - 2

Gurbette zaman nasil gecer?
Sabah kalkarsin, kahvaltini yapip yola koyulursun. Vaktin yoksa kahvaltiya, arabada giderken gofret filan yersin veya Ralphs ten aldigin roll leri kemirirsin. Roll denilen sey, bizim pogaca gibi ama tabii ki pogacalarin lezzetini vermekten epey uzak, elbet buna da sukur:)
Yolda belki biraz radyo acarsin, ne zamandir secim haberleri vardi, youtube da dolanan kucuk kiz

aslinda bize de tercuman oldu, biktirmisti secim haberleri:) Simdilerde de, Obama hangi taktikle kazandi onun tartismalari var... Kimi zaman da, radyo yerine mp3 takip bizim turkulerden, sarkilardan dinleyerek gidersin ise.
Sabah laboratuara vardigin zaman, o gun ne islerin yapilacagini onceden planlamak lazim, cunku arada atladigin olunca isler hem yarim kaliyor, hem de isten cikman aksam yedi, sekiz, dokuzu bulabiliyor. Deneylerle ugrasirsin, cogunu yeni ogrendigin icin nasil yapilacagini tekrar tekrar okuyup anlamaya calisirsin ama gene de biryerlerde hata yaparsin, bazen birkac saatlik, bazen birkac gunluk isi batirip yeniden baslamak gerekebilir.

Oglen oldugunda yemek icin, ya yaninda getirdigin yemegi yersin, ya da hastanenin kafeteryasina gidip oradan karnini doyurursun. Yaninda getirmissen yemegini, oglen 12 - 1 arasi mutfagi pek kullanamazsin, cunku cekik gozlu arkadaslarin mikrodalgada isittigi yemeklerin kokusuna dayanamazsin, o yuzden ya oncesinde ya da sonrasinda kullanman gerekir laboratuar katinda olan mutfagi. Kafeteryada her ne kadar damak tadina uygun seyler bulmakta cok zorlansan da, en azindan helal ( vejeteryan ) corba, salata filan oldugu icin bir sekilde karnini doyurursun.
Namazlarini hastanenin chapel inde kilarsin. Allahtan, laboratuarlarin oldugu yerde lavabolar tek kisilik de, rahat abdest alabiliyorsun. Chapelde, muslumanlar namazini kiliyor, hristiyanlar duasini ediyor, museviler de ibadetlerini yapiyorlar. Chapelin girisinde, bazi ozel ibadet vakitleri de yazili, o vakitlerde sadece o ibadeti yapacaklar giriyor, onun disinda herzaman acik. Bazen onlarin ayin vakitleri oluyor, o zamanlar da biz kullanmiyoruz, onlari onceden bilip vaktini ona gore ayarlaman lazim, cunku yakinda cami yok. Zaten Los Angelesta uc-dort cami var, en yakini arabayla yarim saati buluyor hastaneden.. Cuma gunleri 1 ile 2 arasi cuma namazi kiliyoruz, o vakitte muslumanlardan baska giren olmuyor. Cumalari, burada arastirma yapan musluman arkadaslar var, onlar kildiriyor, hutbeyi de kendileri hazirlayip anlatiyorlar. Arkadaslar arastirmaci oldugu icin hutbelerde, alistigim tarzdan baska meseleler de geciyor, gecen haftalarda, bu sene tip alaninda Nobel odulu alan adamin calismasi gecmisti mesela:).
Ogleden sonra da gene ayni calisma temposu devam eder. Bazen kafami masaya koyup biraz gozumu dinlendiriyordum ama simdilerde onu da yapmaz oldum:)
Bazen toplantilar olur, bizim hastaneden veya disardan konusmacilar davet edilir. Ilgilendigin alan ise ve vaktin varsa onlara da katilabilirsin.
Aksam is cikisi, ozellikle oturdugumuz tepeye cikan yola varinca bir rahatlama olur, eve varmanin rahatligini yasarsiniz. Turk arkadaslarla birlikte kaliyoruz, bir tanesi cok iyi asci, eve erken geldiginde sagolsun cok guzel yemekler yapiyor. Aksamlar bazen oturup birlikte Leyla Mecnun izliyoruz, ozlem gideriyoruz:)
Hafta ici bayagi yogun gectigi icin ve aksam herkes yorgun argin dondugunden, disari cikip bir aktivite yapamiyoruz. Haftasonlarinda bazen aksam cikip gezdigimiz oluyor. Gecen haftasonu, once Suriyelilerin kafesinde oturduk 12 ye kadar, hemen herkes arapca konussa da, demlikle cayi icip, nargile kokusunu duyunca kendini bizim cay bahcelerinde oturmus gidi hissediyorsun. Oradan cikip birer kahve alip Malibu sahiline, Pasifik kiyisina gittik. O civarda isik kirliligi pek olmadigindan ve hava da acik oldugundan, yildizlari seyrettik, ayin okyanusa vuran isiltisi, dalgalarin sesi, bir arkadasin i phone undan cikan sanat musikisi makami ile, herkes dalip gitti... Gece 2 de donduk eve.
Bu haftasonu henuz bir yere cikamadik. Persembeye kadar, bir kongreye basvuru icin bitirilmesi gereken deneyler var, onlarla ugrasiyorum. Dun ( cumartesi ) aksam dokuzda ciktim laboratuardan, bugun ( pazar ) saat aksam dokuza geliyor ama hala deneyi bitiremedim ve beynim uyuyor, isler yolunda giderse bir yarim saate cikarim herhalde eve.
Bazen, beynim uyustugunda cenem dusuyor, vesselam :)

12 Ekim 2012 Cuma

Los Angeles Hatiralari - 2

Dun gece evin onunde oturdum biraz. Oturdugumuz muhit sessiz sakin bir yer, biraz da yuksekte kaliyor. Etraf tek katli bina oldugu icin onumuz acik, alabildigine gorebiliyorsunuz gokyuzunu. O sessizligin icinde sadece su siriltisinin sesi vardi, muhtemelen ilerde biryerdeki evin bahcesinin otomatik sulamasi acilmis, oradan gelip yolun kenarindan akan suyun sesi. Eger gurultu olsa etrafta, duyamazdiniz o hafif siriltiyi. Veya suyun aktigi yerde muhtemelen bir iki tas parcasi birazcik yolunu degistirmis olmali ki suyun, siriltinin sebebi de onlar olsa gerek. Bazen, ormana filan gitmek gerek diye dusunurdum kafa dinlemek icin, ama hic beklemedigim yerde, hemen evin onunde buldum o aradigimi, hem de bes on dakika yetti rahatlatmaya...
Los Angeles deyince, bu sekilde doga ile icice bir yer beklemiyordum acikcasi. Doga ile icice dedi isem, kocaman agaclarin oldugu ormanin icinde degil elbet ama nasil yapmislarsa bir sekilde muhafaza edebilmisler bu iliskiyi. Gecenlerde bisiklet ile, bizim evin yakinindan akan derenin yanindan iniyordum. Dereye betondan bir yatak yapmislar, oradan akiyor. Cok bir su yok ama gene de akmaya devam ediyor. Yanina da bisiklet yolu yapmislar ki, belki on kilometreden fazladir. O yolda giderken, okyanusa yakin yerde ordekler gordum derede. Bayagi bildigimiz iki ayakli, gagali ordekler:) Sadece onlar da degil, uzun gagali iki kus cesidi de vardi, isimlerini bilmiyorum ama, onlar da dolaniyordu derede. Bisiklet yolunun diger yaninda da, okyanusa yakin yerde bos araziler vardi, orada da iki tane tavsan gordum. Bildigimiz uzun kulakli, iki tane tavsan:) Hosuma gitti. Ne gerek var illa ki her yani bina ile tikis tikis doldurmaya? Biraz nefes alacak alan da biraksaniz bak ne guzel oluyor. Insana zevk veriyor boyle seyler, yorgunlugunu alip rahatlatiyor.

7 Ekim 2012 Pazar

Laboratuar Hatiralari - 1

Laboratuar...
Simdi calismakta oldugum yere ilk adimimi attigim zaman urkutucu gelmisti. Insani bilmedigi seyler korkutur ya biraz, oyle iste. Cesit cesit aletler, tupler, icinde turlu sivilarin ve tozlerin oldugu siseler, kutularin icinde mililitrelik tupler, pipetler, santrifuj aleti, hood, incubator, well, mikroskop, shaker, vortex... Baslangicta, nasil dokunacaginizi bile bilmeyince zor oluyor, misafir gibi hissediyorsunuz kendinizi. Benim gibi, doktorluk egitimi alirken, laboratuar ile pek temasi olmamis birisi icin, tmaamen yabanci bir ortama girmek, yeni bir dil ogrenmek gibiydi ilk zamanlar. Aslinda hala da oyle, ogrenmeye devam ediyorum ama o ilk zamanki urkme gecti en azindan.
Calismakta oldugum iki ayin sonunda anladigim kadari ile, bir deney yapip bilgi uretmek kolay bir is degil. Bir deney yapip sonucunu gormek, bir proteinin var olup olmadigini anlamak bile, deneyi planlama asamasindan itibaren bir haftayi bulabiliyor. Benim gibi acemi icin, bu sure genelde daha fazla oluyor, cunku deneyin bir yerinde hata yapiyorum ve ya en bastan, ya ortadan almak zorunda kaliyorum:) Bazen diyorum ki, artik hata yapmadigim herhangi bir nokta kaldi mi? Tabii her yaptigi hatada da birseylerin daha farkina variyor insan.
Deneyleri, protokol dedigimiz, deneyin her asamasini yazdigimiz tarife gore yapiyoruz. Defalarca tekrar ettikten sonra artik bakmaya luzum kalmayabiliyor ama ilk baslarda iyi takip etmek gerekiyor o protokolu. Deneyin uzunluguna gore degisse de, 10 asamali bir protokol de olabiliyor, 40 asamali bir protokol de. Deneyleri bastan iyi tasarlamak lazim. Arastirdiginiz konuya hakim olmaniz lazim. O konuda cikan makaleleri takip edip, arastirmalarin ne asamada oldugundan haberdar olmaniz gerek. Dogru sorulari sormak da cok onemli.Ve deneyi iyi planlayip, cikan sonuclari yine iyi analiz edip ondan sonraki sorulari da dogru sorup bu sekilde devam etmek gerek. Yoksa, benim de simdi icinde bulundugum duruma benzer sekilde, ilerlemeden yerinde saymak durumunda kalabilirsiniz.
Konudan konuya atliyorum. Eger ki degirmenin suyu nerden geliyor derseniz, Amerika'da oturmus bir sistem var. Elbet bu meselenin ehli ve konuyu cok iyi bilen kimseler vardir ama,  duydugum kadarini aktarayim. Burada belli basli uc ana kaynak var zannederim. NIH ( buranin bir nevi saglik bakanligi ), ilac sirketleri, vakiflar. Vakiflar dedigim kisim, bizdeki vakif mantigina benzer, zengin birileri "foundation" kuruyor. Bu "foundation"lar ellerindeki parayi bir yandan isletirken, diger yandan da "grant" dedikleri, arastirma icin ayrilan parayi bilimle ugrasanlara veriyorlar. Bu "grant" meselesi sadece vakiflara has degil, NIH ve ilac sirketleri de, arastirma icin ayrilan kaynaklarini grant seklinde veriyorlar. Grant dedikleri kaynagi alabilmek icin, iyi bir proje sunmaniz gerekiyor. Yapacaginiz deneyin asamalarini, elinizde ne bilgi bulundunugu ve neyi bulmayi amacladiginizi sayfalar dolusu yaziyorsunuz. Sonra bu basvurunuzu onlarin komitesi degerlendiriyor, eger uygun bulursa kabul ediyor. Tabii bu surec oyle hemen oluveren birsey degil. Basvuru icin hazirlanmak, belki ufak deneyler yapmak gerekiyor on bilgi icin, haftalar veya aylar alabiliyor bu kisim. Sonra o basvuruyu degerlendiren komitenin inceleyip cevap vermesi de alti ayi veya bir seneyi bulabiliyormus. Yani surekli bir yandan isinize devam ederken, bir yandan da bir iki sene sonrasinin hesabini yapip projeler hazirlamaniz gerekiyor ki devamlilik olabilsin.
Ise yeni baslayan biri icin fazla konustum herhalde. Ne bileyim, bu anlattiklarim benim icin iki ay oncesine kadar hic bilinmedik seylerdi, paylasmak istedim.
Not: Bloga baktigimda pespese LA hatiralari ve Lab hatialari diye basliklar var, Lab dan kastettigim herhalde anlasilacagi uzere Laboratuar dir. LA hatiralari derken anlattigim seyler Los Angeles hatiralaridir. LA kisaltmasi burada kullanilan bir sey, Los Angeles demek yerine LA deniyor, Turkce okunusuyla "el ey". Vesselam...

5 Ekim 2012 Cuma

Los Angeles Hatiralari - 1

Kiralar bayagi pahali Los Angeles'ta. Iklim guzel oldugu icin olsa gerek, bir de buyuk sehir olunca, uzerine bir de sehrin kendi albenisi ve turistik yonu de eklenince Amerika'nin diger sehirlerine gore kiralar yuksek oluyor. Bugun ev bakiyordum, hastaneye hemen 1 blok otede ev buldum. Iki oda, 2000 dolar imis. Evi gosteren kadin, ne is yaptigimi sordu. "Doktorum" deyinde ikinci sorusu "What kind of doctor are you?" oldu. Genelde Turkiye'de klasiktir bu ikinci soru. Doktorum dedigin zaman mutlaka bir seyin doktoru olmalisin sanki. Hatta sirf bu yuzden uzmanlik yaptigini soyleyen bir doktor vardi. Anlattigina gore, pratisyen doktor iken, bu soru ile cok karsilasinca dusunmus ki, simdi ilerde benim cocugum oldugu zaman baban ne is yapiyor diye soracaklar, babasinin doktor oldugunu soyleyince de ne doktoru oldugunu soracaklar, benim cocugum da cevap veremeyecek, o yuzden uzmanlik yapmak istedim demisti. Burada da karsilastik:) Iyi bari, ben de bir uzmanlik yapayim...
Bugun aksam isten cikarken, gokyuzunu seyrettim biraz. Burada gokyuzu cok muhtesem. Hele gunes batarken manzarasina doyum olmuyor. O vakit olusan renklerle sanki ziyafet cekiyor gozleriniz. Bir de, sehir, binalara bogulu olmadigi icin alabildigine seyredebiliyorsunuz gokyuzunu. Fotograf makinesi olursa buraya da fotograflarini cekip koymayi dusunuyorum.

8 Eylül 2012 Cumartesi

Merhaba Los Angeles

Merhaba dediysem, geleli bir ayi gecti... Ilk geldigim gun sayfalar dolusu yazi cikabilecek iken, bir kere alistiktan sonra pek yazacak birsey bulamiyor insan. Yeni bir yerde yasamak, alisincaya kadar zor oluyor biraz. En basitinden bir kahve alacakken bile zorlanabiliyorsunuz. Surekli anlamadim, tekrar eder misin diye sormaktan ve tam aradigimiz cesidi bulmaktansa, kahvenin acisina denk gelip sut ve sekeri doldurup ifade edemediginizin acigini kapatmaya calisabiliyorsunuz. Etrafinizdakilere olan farkindalik duzeyinizin azalmasi, bir yandan alicilarinizin koreldigini gostermesi ve yeni seyler kesfetme yollarinin korelmesi nedeniyle faydali birsey olmasa da, diger yandan etraftakileri kaniksayip herseyi yeni uyaran olarak gormemek biraz da rahatlatici birsey. Ayni araba surmeye baslamak gibi. Ilk gunler, trafikteki hersey sizin dikkatinizi cekip hepsine birden en uygun tepkiyi vermeye calismak ve sonucunda cok fazla bir yorgunluk, ama sonrasinda gittikce alisma ve onun getirdigi rahatlik...
Los Angelesin en sevdigim yonleri,
1. Iklim. Nem yok ve hava da ne usutuyor, ne terletiyor. Ustelik yaz kis asagi yukari ayni imis havasi.
2. Yakin civarinda bulunan daglar ve parklar. Henuz kesfetmedim ama gorecek cok muhtesem yerleri var.
3. Genis alana yayilmis olmasi. Deprem bolgesi oldugu icin cok katli binalar pek yok ve sehir cok genis alana yayilmis. Nufus bakimindan Amerikanin en kalabalik sehirlerinden olsa da, kalabalik pek gormuyorsunuz.

Merhaba yazisi bu kadar. Belki ilerde, yasadikca daha genis anlatirim.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Elveda 112

112'den istifa edeli iki hafta oldu. Henüz özlemeye başlamadım. Bazen aklıma geliyor yaşadıklarım, meğer ne çok şey içime atmışım diyorum. Onca hasta yakınının ve çoğu "konversiyon" ların nazlarını, küçümsemelerini hep içime atmışım meğer. O kadar gerginliğe rağmen kızdığım hasta yakını bir elin parmaklarını geçmez belki. Tartışma da nerdeyse hiç olmadı. Ama söylemediğim o kadar çok şey olmuş ki... Keşke söylese isim de şimdi içimde kalmasa idi dediğim de oluyor, boşver, iyi ki kalp filan pek kırmadan bitirdin, söylemediğin iyi oldu dediğim de...
Geceleri artık vaka derdi olmadan uyumak, akşam yatıp sabah uyanmak ayrı bir güzellik oluyor:) Geride kalanlara sabır diliyorum.
112 nin tıbbi olarak bana kattığı en mühim beceri, acil durumlarda soğukkanlı olup olay yerine hakim olmak zannederim. Yapılacakları önem sırasına göre düşünüp hemen işe koyulmak ve ortamdaki diğer kimselere de gerekli direktifleri vermek ve kargaşanın çıkmasını önlemek... Bir de hayati durumlarda yapılması gereken önemli şeylerin bir kısmını öğrenmiş olduk. Hayat tecrübesi olarak da, ne kadar anlatsam havada kalır, hani derler ya "anlatılmaz yaşanır" diye, işte öyle birşey. Günün 24 saatinin herhangi bir vaktinde, herhangi bir şahıs ile, herhangi bir sebep (kaza-hastalık-intihar-darp-alkol-yaralanma...) ile, herhangi bir mekanda, herhangi bir şart dahilinde, herhangi bir kimselerin eşliğinde, herhangi bir ruh hali ile vs vs karşılaşabilirsiniz. Üstelik vaka anonsunun gelmesinden 6-7 dakika sonra. İşte öyle.
Kalın sağlıcakla.

9 Haziran 2012 Cumartesi

Enver Dayıoğlu

İstanbul Tıp Fakültesi Kalp Damar Cerrahisi'nde profesör olan hocamızdan bahsetmek istiyorum. Çok sıradışı bir hocadır. Kalp damar cerrahisi stajında iken, öğrenciler ile arkadaş gibi ilgilenmesi dikkatimizi çekmişti. Öyle laf olsun diye değil ha, hakikaten diyorum. Öğrencilerin eğitimine çok önem verdiğini gözlemlediğim ender hocalardan biri idi. Staj süresince, her gün iki öğrenci akşam nöbete kalır, saat 5-6 gibi servise çıkar. Orada hastaların dosyalarını inceleyip hastaları görür, sonra da dokuz gibi hoca gelir derse başlar. Dikkatinizi çekiyorum, iki öğrenci ile, yorucu bir iş gününün akşam dokuzunda. Bu ders 12, 1 hatta bazen 1 buçuğa kadar filan da sürer. Öğrencilerin kafalarına takılan yerleri, önemli noktaları anlatır Enver hoca. Bu arada atıştırmalık birşeyler de ikram eder. Sonra da arabasına binip karşıda, Göztepe'deki evine gider, sabah 6.30 da geri döner sabah viziti için.
Facebook'u onun kadar çok kullanan hoca, daha doğrusu arkadaş pek görmedim. Arkadaş listesi 3400 den fazladır, tabii bunların nerdeyse hepsi gelmiş geçmiş öğrencileridir. Facebook'ta fotoğraflara yazdığı yorumlar belki kitap kalınlığındadır:)
Resmi kutlamaları sevmez. 14 Mart tıp bayramının olduğu sabah bize uygulama dersi vardı, bu tip törenlerden hoşlanmadığından, konuşma, plaket işlerinden hazzetmediğinden söylenerek kravatını takmaya çalışıyordu... O günlerde, belki de o gün idi tam hatırımda kalmamış, hoca henüz uyumadığını söylüyordu. Bir doktor hakkında mahkeme varmış, bilirkişi olarak gece boyunca rapor yazmakla uğraşmış, sabah uyumadan bizim derse gelmiş ve bizim dersten sonra öğlen de bir toplantısı vardı:)
Bir de, bir hasta ile yaşadıklarını anlatmıştı. Maddi durumu iyi olmayan bir kalp hastası varmış. Ameliyatını yapmışlar, tedavisi epey uzun sürmüş, zannederim altı ay filan. Hastanın sigortası da olmadığı için, en iyisi biz bu hastayı bizim serviste çalışıyor gibi gösterelim, böylece sigortalı olmuş olur ve sigorta da masrafını karşılar diye düşünüp öyle de yapmışlar. Adam iyileşip taburcu olmuş. Aradan bir müddet geçtikten sonra adam bunlardan davacı olmuş, beni çalıştırdılar ama paramı ödemediler diye. Bunu anlatırken de eklemişti, böyle durumlarla da karşılaşabilirsiniz ama siz yine de gerekli iyiliği göstermekten vazgeçmeyin, diğer yandan da uyanık olun diye.


31 Mayıs 2012 Perşembe

112'den - 10

Doldum. Bir yerlere anlatmam lazım. Sabah ezanına çıktı müezzin. Mesele, gerçekten ihtiyacı olan acil hastaya yardımcı olmak değil, seve seve yapıyoruz onu, insan bir işe yaradığını hissediyor. Fakat ihtiyacı olmayanlara gidince kullanıldığını hissediyorsun. Bu ağırına gidiyor insanın. Çok fazla miktarda, gerçekten ihtiyacı olmadığı halde 112'yi arayıp ambulans çağıran insan var. 112 çağrı merkezindeki insanlar da her zaman ayırt edemeyebiliyor gerçekten ambulans ihtiyacı olup olmadığını, o yüzden çıkarıyor ambulansı. Ambulans ücretsiz ve herhangi bir yaptırım da olmadığı için, suistimale çok açık ve maalesef çok uğruyor. Kişilerin vicdanına kalmış bir nevi. Belki, acil görülmeyen hastalara paralı olsa, ki bunu destekliyorum, bu şekilde suistimal yapılamayacak.
Bugün o kadar kızdım ki gereksiz yere ambulansı meşgul edenlere, "İnşallah gerçekten ihtiyaç duyduğunuz zaman, sizin gibi bir başka kimse aynı sizin yaptığınız şekilde ambulansı gereksiz yere meşgul eder de, size yetişmez" diye (bed)dua edesim geldi, vazgeçtim. Çünkü geçenlerde bir hasta taşıdık, üç senedir yatalak imiş, hortumla besleniyor, çevrede olan bitenden habersiz. Nedeni de bu adam kalp krizi geçirirken ambulansın gecikmesi. Her ne kadar sorumsuz ve vicdansız davranılsa da, bu duruma düşmelerini istemem ama, en azından zarar görmeden, bunu hissetsin, o sıkıntıyı yaşasın ve anlasınlar.
Ambulansı gereksiz yere meşgul etmekten bahsediyorum baştan beri, nedir onu yazayım. Eğer poliklinik hastası ise, acile kendi imkanları ile gidebiliyor ise ( ambulansın her çıkışının devlete maliyeti 100-150 tl civarındadır, taksi parası en fazla 10 tl tutar ), bizim konversiyon dediğimiz, sinir krizi diye bilinen vakalar... Örnek olarak, psikolojik rahatsızlığı olduğunu düşündüğüm bir teyze var, hastalık hastası olduğunu da düşünüyorum aynı zamanda, tansiyonum yükseldi diye ambulans çağırır sürekli, bir ara 60 günde 45 kere gidilmiş evine. Bir başka şahıs da, Elazığ'ın en işlek caddesi olan Gazi caddesinde "bayılır". Gidip baktığımızda toparlanır, ambulansa alırız, tansiyondan dolayı bayıldığını söyler, 160 lardadır tansiyonu, ki bayıltacak birşey değildir bu, dilaltı ilacı ister. Eğer hastaneye götürmezsek, 15-20 dakika sonra, adamı bıraktığımız yere yürüme mesafesi bir civar yerden ikinci bir anons gelir ve gider bakarız gene o adam, etrafında telaşlı kalabalık, bize akıl veren, geç kaldınız diye eleştiren... İnsanlarla uğraşmak hakikaten zor. Az önce bir hastaya gittik, bir haftadır devam eden şikayetleri için, gecenin 3 ünde ambulans çağırmışlar. Madem hasta, neden 1 hafta bekledin? Koluna girip götürebiliyorsun, araban da var, neden götürmedin kendin? Hasta bağırsak kanseri imiş, acil olarak ne şikayeti var diye soruyorum, 2 senedir kanser diyor. Tekrar soruyorum acil olan ne şikayeti var diye, "kanser işte, daha ne olsun" diye cevap veriyor. Bu sefer diyorum, "anladım kanser olduğunu, acil ne şikayeti var, neden ambulans çağırdın?" diye... İnsanlarla anlaşmak zor. Çoğu zaman içine atıyor insan, bir şey diyemiyor. Bir seferinde hipertansiyon vakasına gittik, adam yürüyerek caddeye inmiş, gayet iyi görünüyor, beni hastaneye götürün diyor. Saymakla bitmeyecek bunlar, ne diyeyim...
Çözüm önerileri olarak aklımda birkaç şey var,
İlki, gerçekten acil olmayanlara ambulans ücretli olmalı. Bu suistimali epey önler sanırım.
İkincisi, hükümet sağlık politikasını tamamen hizmeti alan üzerine kurmuş durumda. Hizmeti veren kesim arka plana itiliyor, vatandaşın şikayetine çok önem verip peşine düşen hükümet, sağlık çalışanının şikayetini veya uğradığı haksızlıkları görmezden geliyor. Doktorlar arasında genel kanı şu, eğer bir olay olursa bakanlık bana sahip çıkmayacak. Devlet vatandaşına sahip çıktığı kadar hekimine sahip çıkmıyor hakikaten. Bunu gören hekim de, yaptığı her uygulamada öncelikli olarak kendini yasal korumaya almaya çalışıyor. Hasta hafifçe kafasını çarpmış, "hekim" olarak muayenesi sonucu herhangi birşeye gerek yok iken, devletin gözündeki "hekim" olarak, kendini korumaya almak için hastanın tomografisini istiyor, çünkü eğer milyonda bir ihtimalle de olsa yanlışlık olursa, fatura acımasız bir şekilde kendisine kesilecek, o yüzden "hekim" olarak gerek görmeyeceği ve radyasyon almasını istemeyeceği için yakınına yapmayacağı bir tetkiki istemek zorunda bırakılıyor.
Kısacası hükümet, asıl oy vatandaştan geliyor ne de olsa diye, sırf vatandaşa çalışmamalı, sağlık çalışanlarına da aynı şekilde sahip çıkıp adam yerine koymalı.
Saat beşe geliyor, daha düşünmemeye çalışıp biraz kestirmeye çalışacağım. Benim konuşmamla dertler biter mi...
Ah ülkem, ah insanlar... Ne olurdu herkes hakkı gözeten, kibar insanlar olsaydı...

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Yıllar, ölüm...

Ölüme gittikçe yaklaşıyoruz. Yaş o kadar hızlı ilerliyor ki, bir noktadan sonra insan alışıyor saymaya, çok garip gelmiyor hızlıca akıp gitmesi zamanın, birden dank ediyor kafasına...
Seneler olgunlaştırıyor insanı. Her halini görmeye alıştıkça insanların, çıkışlarınız birilerini yaraladıkça keskin taraflarınız azalmaya başlıyor.
Tanıdık insanlar artmaya ve gerçek dostlar yerinde saymaya devam ediyor. Artık amca, hala oluyorsunuz, babanız da dede olmuş oluyor.
Anne babada hastalıklar çıkmaya başlıyor yaşlılık belirtisi olan, artık onların küçük çocuğu olmaktan çıkıp onları takip etmeye başlıyorsunuz, ilaçlarını aldı mı, doktor kontrolüne gitti mi, dikkat ediyor mu yediğine içtiğine...
Başına buyruk hareket etme özgürlüğü elinizden alınıyor, ki zaten bu özgürlük üniversiteye kadar anne baba tarafından, üniversite sonrası da iş, varsa eş tarafından elinizden alınmakta otomatikman.
Eskiden ilkokul 2. sınıf bile size abi abla iken, şimdi 5. sınıfa giden bile bebek gibi görünüyor gözünüze.
Bazen, ölüme yaklaştığımın hep farkında olsam diye düşünüyorum, karşıma birden çıkınca hazırlıksız olmam, büyük hayal kırıklığı yaşamam diye. Geldiğinde hoşgeldin demeyi istiyorum.
Eskiden, 1 sene, 3 sene, 5 sene öncesini hatırlardık, anılarımız o zamana kadar uzanırdı, daha ilerisi yoktu. Şimdi ise yirmi sene önceki anılardan bahsediyoruz, ne zaman geldi geçti onca sene farkında değilim. Ölüme vardığımda da yine aynısı olacaktır, hiç farkında olmadan tüketmiş olacağım nefesleri...
Kim bilir, nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında
demiş şair.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

112'den - 9

Geçenlerde istasyonda beklerken anons geldi, adamın biri yakınlarına telefon edip fenalaştığını söylemiş, o yakını eve gidince kapıyı çalmış ama açmamış, kalp hastalığı da olduğundan 112'yi aramış. Vardığımızda kapıyı çaldık fakat açan olmadı. Herkeste bir telaş... Bu arada polis de geldi, evin anahtarı yakınlarında filan da olmadığı için kapıyı açamadık, çilingire haber verildi. Merdiven boşluğundan biri eve girmeyi deneyecekti fakat oradaki cam da kapalı olduğu için çıkamadı. Kapıyı çalmaya devam ediyoruz, içerden bir ses gelir mi diye dinliyoruz fakat ses seda yok. Bu arada adamın kardeşi de yanımızda idi. Telefon numarasını istedim, belki kapıya kadar gelemiyordur ama telefonu açabilir diye düşündüm. Aradım, adam açtı. Meğer bu hasta olan adam, kardeşini arayıp haber verdikten sonra kalkıp hastaneye gitmiş:) Kardeşi de telefon geldikten sonra hemen eve gitmiş, kapıyı çalıp çalıp açan olmayınca, başına bir şey geldi diye telaştan başka bir ihtimali hiç düşünmemiş. O telaştan sonra sevine sevine dağıldık biz de...

Sezeryan ve Kür(e)taj Üzerine...

Son günlerde sezeryan ve kürtaj üzerine tartışmalar başladı. Başbakan ve ardından muhalefet, tabipler açıklamalar yaptılar.
Sezeryan ile başlayalım, Türkiye'de %50 lerde olduğu ifade ediliyor sezeryan oranının. Sağlık bakanı, dünyadaki normalin %15 gibi bir rakam olduğundan bahsetti yanlış hatırlamıyorsam. Fakültede okurken de, hocaların bahsettiği, gereksiz yere sezeryan oranının fazla oluşu idi.
Sağlık açısından bakarsak, sezeryanin bir ameliyattır ve cerrahinin getirdiği riskleri taşımaktadır. Hem de, normal doğuımda yaşanan, bebeğin doğar doğmaz anne kucağına verilip bebek ve anne arasındaki ruhsal bağın oluşması, bebeğin ileriki yaşamında güven problemleri yaşamaması için gerekli görülüyor. Bunlar gibi henüz bilinmeyen birçok nedenden dolayı mormal doğumun tercih edilmesi gerektiğini biliyoruz. Maalesef Türkiye'de, hem doktorların gereksiz sezeryanlara göz yumması, hem annelerin "acısız" bir doğum tercihleri ve hem de sektörün kazancı nedeni ile sezeryan oranları bu kadar yüksek. Burada, başbakandan ziyade, sağlık bakanlığı zaten bu konuda birşeyler düşünüp yapmış ve gerekli önlemleri almış olması gerekiyordu.

Kürtaj meselesine gelince, kürtaj kelimesi, daha doğru bir ifade ile küretaj kelimesi kürete etmek-kazımaktan geliyor. Yani rahimin içinin kazınması. Dünyanın birçok yerinde bu kürtaj meselesi zaman zaman tartışma konusu olmuş, muhafazakar kesim karşısında dururken liberal kesim serbestlikten yana olmuştur. Türkiye'de gebeliklerde 10 haftaya kadar yasal olarak serbestlik vardır. Bu süre kısıtlaması bildiğim kadarı ile Amerika'da bulunmamaktadır. Bebeğin kalbinin, gebeliğin 6. haftasında atmaya başladığı düşünülür ise, 10 haftalık bir kürtaj, kalbi atmaya başlamış bir canlıyı öldürmek manasına gelir diye düşünyorum. Liberal olunacak ise bile, kürtaj için 10 hafta sınırı fazladır. Kürtaj, şahsi istekten kaynaklanabileceği gibi, tıbbi bir nedenden dolayı da gerçekleşebilir, yani tüm kürtajlar aynı değildir. Ayrıca tecavüz gibi sebeplerden hamile kalanlar vs durumları da ayrı ayrı düşünülmesi gereken konulardır. "Kürtajın engellenmesi özgürlükleri kısıtlar" mantığı ile meseleye yaklaşanlar olabilir. Özgürlüğün tanımında, kişinin özgürlük sınırı, başkasının özgürlük sınırının başladığı yere kadardır denilir. Başka bir yaşam beliriyorsa, artık o özgürlüğün sınırıdır. Çocuklar öyle kazara filan doğmaz. "İstemeden" de olmaz. En baştan itibaren sorumlu davranılmalı, tedbirini ona göre almalıdır vessalam...

Adnan Menderes'in Son Mektubu

"Sizlere dargın değilim. Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğinin biliyorum. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir. İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950'de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes'in ölüsü sizi ebediyete kadar takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam sizlerle beraberdir."

Not: Rivayete göre Adnan Menderes'in son mektubu budur, değişik kaynaklarda kelime farklılıkları olsa da mealen yaklaşık bu şekildedir.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Kafa Kağıdı - 2

Evvelki gün Necip Fazıl'ın doğum günü, dün de vefat yıl dönümü idi, Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.
Televizyonda bazı resimleri geçerken, yüz ifadelerine takıldı gözlerim. Kararlı, inançlı, sağlam bakışları vardı. Kafa yorduğu, zihni mücadelesi sanki yüzüne nakşolmuştu.
Konferans fotoğrafları da etkileyici idi. Heyecan vardı, inanmışlık vardı. Etrafındakileri coşku ile sürükleyecek bir potansiyel fışkırıyordu, sanki akımına kapılanlar yeniden yaşadıklarının farkına varacak, kafalardaki düşünceler yeniden kıymete binecek, bilindik vurdumduymazlık, neme lazımcılık ve bizden bir yol olmazcılıktan vazgeçip can bulacaklardı.
Ruhlara hitap eden insanlar bunlar. Yeniden, kendi manevi değerlerin ile yaşadığını, kendin gibi soluk alıp verdiğini hissettiren insanlar. Yaşama bir heyecan katan, gök kubbede hoş bir seda bırakan kimseler. Yeniden okunup anlaşılası kimseler, hazineler...

Türkiye'de Sağlık Hizmetleri Üzerine Kısa Bir Şahsi Görüş

Bir doktor olarak ülkemizi sağlık açısından bir cennet olarak görüyorum. Abarttığımı sanmayın sakın, hakikaten öyle. Bir kaç örnek üzerinden açıklamaya çalışacağım.
Çapada son sınıfta cerrahi servisinde idik. Serviste karaciğer nakli yapılan hastalar da kalıyordu ve Prof. Dr. İlgin Özden yürütüyordu nakil ameliyatlarını. Türkiye'de karaciğer naklinin maliyetinin 70 bin tl civarında olduğunu, ABD de ise 250 bin tl veya dolar, tam aklımda kalmamış,olduğunu söylüyordu. Serviste yeşilkartlı nakil olmuş hasta da vardı. Yani tek kuruş ödemeden karaciğer nakli gibi bir ameliyat oluyor ve ameliyatı da kalite standartları açısından ABD den farklı değil.
Bir diğer örneği ATT arkadaştan duydum, Muş'ta bir kadın üçüz doğum yapıyor, çocukların üçünde de doğumsal rahatsızlıklar var ve acil ameliyatları gerekiyor. Havaalanında üç ayrı hava nakil ambulansı bunları alıyor ve çevre illerdeki uygun merkezlere naklediyorlar. Kadın yeşilkartlı ve bunlar tamamen ücretsiz.
Bir diğer örneği bizim gündelik çıktığımız vakalar. Devletin sunduğu ambulans hizmeti ücretsiz. Her ambulans çıkışı tahminim 100 ila 150 tl arasında bir paraya mal oluyordur. Bazen sokaktan sarhoş topladığımız da oluyor, bazen sinir krizi geçirenlere gidiyoruz, eşi ile kavga edip bayılma taklidi yapan vakalara gidiyoruz...
Az önce gittiğimiz vaka da, normalde Almanya'da yaşıyorlarmış ama emekli olduktan sonra Türkiye'de sağlık hizmetleri çok iyi olduğu için buraya gelmişler.

Peki verilen bu hizmetin kıymetini bilme oranını soracak olursanız, maalesef azınlıkta. İnsanımız şükretmeyi genel olarak bilmiyor. Maalesef öyle. Gerçekten ihtiyacı olanlar hatırına onlara da eyvallah ediyoruz. Biraz önce bir vakaya gittik, yaşlı bir amca, tek başına yaşıyor. Ayağa kalkamıyormuş bugün, nefes darlığı çekmeye başlamış. Vardığımızda baktık, amca altını da ıslatmış. Sağolsun şoförümüz eline eldiveni giyip üzerini değiştirdi, komşusunun verdiği temiz kıyafetleri giydirdik, ambulansa alıp hastaneye götürdük. Böyle vakalarda, bir işe yaradığımız hissetmek bizi çok mutlu ediyor, ve yaptığımız işten de tatmin oluyoruz. Diğer yandan, sabah gittiğimiz bir vakada da, çevredekiler bize bağırıyor neden geç geldiniz diye, sanki biz yolda eğleşmişiz gibi, üstelik varış süremiz de muhtemelen beş dakika civarında iken. Bu tip durumlarda da muhatap olmamayı tercih ediyorum, hiç huyum olmadığı halde dönüp arkamı işime bakıyorum, yok sayıyorum söylediklerini. Yoksa ciddiye alacak olsam, bazen söylenilenler, sanki hizmetçi gibi görmeler insanı çileden çıkarır...
Neyse, bu konuya başka zaman başka şekilde değinirim.
Dediğim gibi, Türkiye'de şimdiki sağlık hizmetleri bir hayli iyi durumda. Her ne kadar, sağlık hizmetleri deyince vatandaşı ön plana çıkarıp o hizmeti sunanlar daha arka plana atılsa da, vatandaş açısından gayet iyi durumda. Ama daha önce dediğim gibi, kıymeti bilinmiyor. O yüzden de bu şekilde süreceğini zannetmiyorum. Kalite daha artacaktır ama bu kıymeti bilinmeyen kolaylık, görünür bir maddi neden olmasa da, azalacaktır.
Vesselam.

Fıkra Gibi - 2

Elazığ'ın Baskil adında bir ilçesi vardır, çeşitli söylentiler duydum.
Baskil'den Elazığ'a sabah gelirken güneş insanın gözüne vurur, akşam da Elazığ'dan Baskil'e dönerken yine insanın gözünü alır. Her gün Elazığ'a gidip gelen Baskilliler bundan rahatsız oluyorlarmış. Valiye dilekçe yazmışlar, ya Elazığ'ı taşıyın ya da güneşi taşıyın diye...
Bir de birinci ağızdan yaşanmış duyduğum olay, bizim ambulans istasyonuna geçen senelerde doğalgaz çekiliyormuş. Tesisatı bırakıp gitmişler, ertesi gün gelip takacaklarmış. O zamanki hizmetli, boruları inceleyip şoföre sormuş, "Bu borular plastik, içinden alev geçerken yanmayacak mı?" Bizim şoför gülmüş, yarın gelince sorarız demiş. Ertesi gün şoför, tesisatı döşeyeceklere sormuş, " Bizim bir arkadaş dün bu boruları gördü, merak etti içinden ateş nasıl geçecek, yanmaz mı bunlar diye" demiş. Tesisatçı "Baskilli mi o arkadaş?" demiş:)
Not: Bunlar sadece biraz fıkra niyetine yazılan şeylerdir, ola ki bir küçük görme yahut alay maksadı içermemektedir.


21 Mayıs 2012 Pazartesi

Torpil

Biliyor musunuz, küçük yerde yaşayınca insan bazı olguları ve bunların sonuçlarını daha net gözlemleyebiliyor.
1. Torpil denen vasıta ile, çoğu zaman, hak etmeyen kimse hak etmediği mevkiye getiriliyor. Bu başlı başına zulümdür bence. Hem o mevkiye, hem asıl o mevkiyi hak edene, hem de o mevkiden hizmet görecek tüm insanlara eziyet olmuş oluyor.
2. Ahlak çöküntüsü yaşanmış oluyor. İnsanlar kısa yoldan, "tanıdık" edinip bunun sonunda yine kısa yoldan mesafe almış oluyorlar, daha doğrusu aldıklarını zannediyorlar. En başta, belli mevkilere gelmiş kimselerin bu ahlaksızlığa karşı durmaları gerekir. Ama heyhat, aksine halka ahlaksızlığı öğretmiş oluyorlar. Yaptıkları şeyi "iyilik" zannetseler de aslında ahlaktan çaldıkları ile en büyük kötülüğü yapmış oluyorlar.

Bazen televizyonda dolaşırken yerel kanallara rasgeliyorum. Konuşmalarda o kadar çok "sayın başkanım", "sayın müdürüm", "sayın vekilim", "sayın...." kelimeleri geçiyor ki... Geçen bir lisenin mezunlarının toplantısını gösteriyor, sunucu mezun olanları, işadamları bilmem bürokratları filan filan diye büyük vecd içinde sıralıyor. Şundan nerdeyse eminim ki, o titreler o şahısların isimlerinin önünden kalkacak olsun, dönüp bakacak olmaz.
Ne kadar da çok ehemmiyet verip peşinde koşuluyor bu ünvanların. İnsanın midesi kalkıyor bunları görünce. Birinin bir yerde tanıdığı olunca böbürlene böbürlene anlatıyor. Yazık ki ne yazık.
3. Bir toplumu çökertmek için, torpili o toplumun içine sokun, tek başına yeter orasını rezil etmeye. Düşünsenize, işi bilmediği halde, torpil ile belediyenin başına geçsin adam, o şehirde yaşanır mı? Arsaları birilerine "ikram" eder, yollarındaki çukurlara bakmadan trilyonluk fuzuli şemsiye diker şehrin ortasına alay edercesine, şehrin arasokaklarında yerler çöp doludur... Akıllı ve işini bilen bir adam yönetse bu şehri, Harput tek başına binlerce turist çeker, dört tarafındaki barajlar binlerce kişiye iş imkanı sunar, Hazar dağında kış turizmi canlanıp büyük bir kayak merkezi olur, Maden gibi eski-otantik bir şehir filmlere plato olur. Şehir tertemiz, yolları düzgün, yaşanılası bir şehir olur, musluklardan kaynak suyu içersin... Beni asıl kızdıran da, bu olması pekala mümkün olan şeylerin, küçük insanların küçük hesaplarına kurban gitmesi.
Yazık. Çok yazık. İçine düştüğümüz bu duruma hakikaten üzülüyorum. Fakülteden Tevfik hocamız, kulakları çınlasın derdi ki, "Ülkemizin en büyük meselesi, ahlak meselesidir, başka bir şey değil.".
İnsanın bir kişilik onuru vardır. Kendi şahsiyeti, düşünceleri, idealleri, hayalleri, doğruları... Birilerince onaylanmak, ya da "büyük" birilerini tanıyıp böylece kendine de bir "büyüklük" payı çıkarmak, karakter yetmezliğinin sonucu şeyler olsa gerek...

19 Mayıs 2012 Cumartesi

112'den - 8

Az önce solunum sıkıntısı çeken bir hastaya gittik. Amca yaklaşık 10 senedir KOAH hastası. Yani akciğerlerinin çok az bir kısmını kullanabiliyor, çoğu zaman solunum sıkıntısı içinde. En büyük nedeni sigara bu hastalığın. Amca 10 senedir hasta olmasına rağmen gene de bırakamamış sigarayı, hala içebildikçe içiyor. Dışarı çıkamıyor çünkü nefes alıp vermesi bir makine aracılığı ile ve bu makine taşınacak gibi değil, birkaç dakikalığına bile ayrılamıyor neredeyse makineden. Amcaya bir serum takıp çıktık, zaten senelerdir bu hastalığı olduğundan aşina olmuş ilaçlara, serum bittiğinde nasıl çıkarılacağını biliyor. Bizden yarım saat sonra biz görevde iken başka bir ambulansı göndermişler oraya, anlaşılan ilaca rağmen nefesi açılmamış, hastaneye kaldırdılar.

Amca, bizim hemşire ile konuşurken, "Bu hastalık olmasaydı da hangi hastalık olursa olsundu" demiş. Solunum sıkıntısı olan hastalar genelde en sıkıntıda olan hastalar oluyor. Çünkü düşünsenize, aldığınız nefes size yetmiyor, sürekli bir nefes açlığı var, çoğu zaman boğuluyor gibi oluyorsunuz. " Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi" demiş ya Kanuni, bizce de " Olmaya devlet cihanda bir sıhhatli nefes gibi". Ne kadar şükretsek az. O amcanın yıllardır alamadığı o doyurucu nefesi, her nefesimizde alıyoruz. Diğer yandan da çoğu zaman hissettiği o nefes açlığını, aldığı nefese doyamama hissini de hiç hissetmiyoruz, kıymetini bilmek lazım...

18 Mayıs 2012 Cuma

Kafa Kağıdı

Sürekli birşeyler pompalıyor insanların beynine. Üçüncü sayfa haberleri, magazin adı altında kişilik(sizlik) reklamları, müzik kliplerinin insanın ruhunu bunaltan görüntüleri, insanların hırsını kamçılayan ve hepsi benim olsun dedirtmeye çalışan reklamlar, para kariyer ve güzel bir kadına sahip olmanın üstünlüğü(!)... Hırs yüklüyorlar insanlığın beynine, illa ki koşturacaklar kendi istedikleri doğrultuda.
Birçok insan, "özgürüm" yanılgısına kapılmış, halbuki özgürlüğü sadece birilerinin koyduğu hedefler ve kulvarları seçmede, farkında değil. Birileri dediğim illa ki bir isme sahip şahıs değil, belki bir grup, bir akımdır, uygulayıcılarını bulmuş bir düşüncedir, ama her ne ise, insanlıktan birşeyler kemirdiği kesin...


Fıkra Gibi

İki arkadaş dolmuşa biniyorlar Elazığ'da. Biri şoföre " Abi radyoyu açar mısın?" diyor, şoför oralı bile olmuyor. Yanındaki Elazığlı biraz yüksek sesle " Gaptan radyo var?", "He" diyor şoför. "E aç da dinliyek". Adam açıyor radyoyu:)


Sahibinden sitesindeki bir defibrilatörün satış ilanından:)
"KAPANAN TIP MERKEZİNDEN. 7 yılda toplam 3 kez kullanılmıştır(Son hasta 11 şoktan sonra canlandı ve hala hayatta). Çok temiz yeni sayılır. Alman malı."

112'den - 7

Geçenlerde bir sabah yaşlı bir hastaya gittik, uyandıramamışlar. Nabız, tansiyon, solunum normaldi, uyaranlara yanıtsızdı. Hipoglisemiden şüphelendim, glukometre gece ambulansta kaldığından şekerini ölçemedim. IV dekstroz takıp 50 cc sini de puşe verince hasta gözlerini açtı. 
Fakültede bir hoca buna benzer birşey anısını anlatmıştı. Dersi, hocanın adını unuttum ama bu kısmı aklımda kalmış, işime yaradı.
Sevdim bu işi:)
(Bizim verdiğimiz IV dextroz idi, resimdeki farklı)

16 Mayıs 2012 Çarşamba

112'den - 6

Dün akşama doğru bir hastaya gittik. Gençten biri, öğrenci, iki arkadaşı ile birlikte kalıyor. Markete gitmiş gelmiş, ondan sonra kendini kaybetmiş. Akut anksiyete ve konversiyon yani bir nevi sinir krizi denilen bir durumda idi. Normalde beş on dakikada kendine gelir bu tür vakalar. Yarım saatten fazla uğraştığımız halde gözünü açmadı. Bilinen bir hastalığı da yok. Arkadaşları da ne olduğunu anlamamış. Bir ara sayıklar gibi "Bimdeydi", "gördüm" gibi birkaç kelime söyledi. Kimi görmüş, ne olmuş bilemedik. Baktık kendine geleceği yok, hastaneye götürelim dedik fakat ara sıra kendini savurduğu için merdivenlerde düşürmeyelim diye sakinleştirici yaptım. Hangi durumda ve hangi dozda kullanacağımı biliyordum ama daha önce kullanmamıştım o ilaçtan. İlaçtan sonra pek hareket etmez oldu. Hastanenin aciline teslim edip ayrıldık. Hastayı teslim ederken, ilacın yan etkilerinden olan tansiyon düşürücü etkisi görülmüştü, serum taktılar. Ondan sonra endişe etmeye başladım.
Gece saat bir iki civarında başka bir vakayı yine aynı hastaneye götürdüğümüz zaman gidip kontrol ettim. Arkadaşları hala başında bekliyor, kendisi uyuyordu, durumu iyi imiş. Bizim uyuyan arkadaş, bir ara uyanmış, Bimde eski kız arkadaşını gördüğünü söylemiş:) Meğer onu kendinden geçiren bu imiş.
Bu sabah nöbetten çıkıp eve gelirken, yolda aklıma takıldı, acaba nasıl oldu diye dönüp geri hastaneye gittim. Gece yattığı yer boştu, ortada soracağım hemşire de olmadığı için geri döndüm. Eve giderken, dünkü o genci aldığımız yere yakın yoldan gidiyordum. Yanımdan yürüyerek biri geçti. Baktım, o:) Seslenip halini hatırını sorayım diye düşündüm fakat dün akşam onu uyandırmaya çalışırken, biraz sarsıp yüzünü hafiften tokatlamıştım, belki onu hatırlar diye sesimi çıkarmadım:) İlerlemeye devam etti, az ilerde Bim vardı. Güldüm Bimi görünce, herhalde dün girdiği yer burasıydı. Varıp gene girdi. Arkasından seslensem mi diye düşündüm, "Arkadaş girme oraya, sana iyi gelmiyor" diye:) Yürüyüp devam ettim...
Gülmek en iyi ilaçtır. ( Tabii çok ciddi hasta değilseniz. Öyle ise belki bir doktora görünmelisiniz )

15 Mayıs 2012 Salı

Bahar gelmiş





















Tabiata can gelmiş. Her taraf yemyeşil. Toprak kışın ardından yeniden güzellikler çıkarmaya başlamış. Büyükşehirlerin insanları! Caddelerde kaybolmayın, kırlarda kendinizi bulun. Bir akarsu kenarında suyun şırıltısını hissedin. Yeşilin değişik tonlarının zevkine varın, açık yeşilin, capcanlı yeşilin, berrak yeşilin, kahverengiye uyumlu yeşilin... Hepsinin tadını çıkarın gözlerinizle ve bu ziyafeti sunan Yaradana şükredin. Tadına varın tabiatın, içinize çekin temiz havayı, kulağınız bayram etsin araba sesi duymamaktan... Yağmur ile ıslanın dağlarda, ovalarda. Ahmak ıslatan deseler de aldırmayın, bir güzel ıslanın. Yaşadığınızı hissedin. Ayrılın şu ışıklı ekranların başından. Kulaklıklarınızı çıkarın, müzik dediğiniz tımbırtılardan vazgeçip kuşların, rüzgarın sesini duyun, olmazsa sessizliği dinleyin. Bakmayın haberlere. Hergün görmek zorunda mısınız trafik kazalarını, ezberlemediniz mi politikacıların ağız dalaşını. Dinlemeyin top peşinde koşan adamların uzun uzun ama içi boş yorumlarını, holiganların tapınır gibi izledikleri maçları duymayın, bilmeyin skorları. Kim kimi yenmişse yenmiş, dalmayın sizi çekmek istedikleri dünyaya. Yemeyin reklamlarda gördüğünüz şişirme markaların yapay tatlı gıdalarını. Zaten bir yeseniz ikinciye yiyemiyorsunuz, bıkıyorsunuz. Onun yerine zor da olsa gidin insan müdahalesi en az olan gıdalar tüketin. Damağınız, binlerce yıldır olduğu gibi fıtratına ne uygun ise onu tatsın. Makineler, laboratuarlarda üretilmiş tatlardan kurtulun. Koşun biraz, terleyin. Otobüs peşinde koşmak gibi olmayacak bu, dinlenmek için durduğunuzda otobüsün o kalabalık ortamında değil, tertemiz nefesi içinize çekeceğiniz tabiatın ortasında olacaksınız. Aldığınız nefesin size ne kadar mutluluk verdiğini görüp yaşadığınızı hissedeceksiniz. Yaşama sevincini duyacaksınız o zaman. Hala eliniz ayağınız tutarken, gözünüz görürken, içinize rahat bir nefes çekebiliyor iken tadın bunları. Yaşadığınızı hissedin. Canlı olduğunuzun, nefes alıp verdiğinizin farkına varın ve bundan tad alın.

13 Mayıs 2012 Pazar

112'den - 5

Bugün çok ilginç iki vakaya peşpeşe çıktık. İlki alkollü şahıs idi. Adam fazla içmiş, "Dünya bana mutlu olmam için bir şans vermedi" deyip hayata sövüyordu. İkinci vaka, genç bir kız idi. Muhtemelen öğrenci evi idi gittiğimiz ev. Kızcağız, arkadaşı ile fazla kitap okuma yarışına girmiş. Arkadaşı 1200 de kalmış, kendisi 1900. sayfayı bulmuş. Yemek yerken bile kitap okumuş. Sonra da fenalaşmış, 112 yi aramışlar. Fazla kitap okumaktan dolayı hastaneye kaldırdık:) Hikaye gibi ama gerçek...

26 Nisan 2012 Perşembe

Okunmayacak Kadar Uzun Dert Yazısı...


Çapa adıyla bilinen fakültemiz, ülkemizin en köklü tıp fakültesidir. Kuruluşundan bu yana yüzyıllardır bu ülkeye çok kıymetli hekimler, bilim adamları yetiştirmiş olan fakültemiz, son yıllarda bürokrasi ve maddi olanaksızlıklardan dolayı çok büyük sıkıntılar içindedir. Bunları sizinle paylaşmak ve fakültemizi tekrar ülkemize en iyi şekilde hizmet etmesini sağlamak istiyoruz. Öncelikle sıkıntılarımızı başlıklar halinde kısaca, resmiyete girmeden samimi bir şekilde aktarmak istiyoruz:
En başta, binalarımız çok eski ve fiziki şartlar açıdan çok kötü bir vaziyettedir. Ülkemizde son yıllarda yapılan tıp fakülteleri ile kıyaslanamayacak kadar eski binalarda hizmet vermeye çalışmaktayız. Genel cerrahi monoblok binası on üç katlı bina olup fakültemizdeki en büyük binadır. İçinde 8 servis ( yatan hasta ) katı, 1 öğretim üyesi ve dersliklerin olduğu kat, 2 poliklinik ve laboratuar katı, 1 ameliyathane katı ve en aşağıda radyolojinin bir bölümü ve yemekhanenin olduğu kat bulunmaktadır. -3 katında çok uzun, korku filmlerindeki gibi, tavanı dökülen bir koridor bulunmaktadır (  bu katta çocuk radyoloji bölümü de vardır ). Bu kattaki yemek yapılan yerden dolayı bu ve üzerindeki iki katta yemek kokularını rahatsız edecek derecede duyarsınız. Bunun üzerinde ameliyathane katı nispeten daha izole bir yerdir ve içerisinin bakımı iyidir. Yalnız yakınları ameliyat olanlar, bekleme yeri olmadığından merdivenlerde beklemekte olduğundan buradan geçmeniz bazı vakitlerde zor olmaktadır. Bunun üzerinde, -1 katında radyoloji bulunmaktadır. Burada yerleşim yine kötü olduğundan, gideceğiniz yeri bulmak için birkaç koridor dolaşmanız gerekir. Giriş katında poliklinikler mevcuttur. 2. kattan itibaren servis katları başlar. İkinci kat özel servistir, burada herkes tek odada kalır ve daha iyi bakılırlar, çünkü personel ve hemşire sayısı yeterlidir. Diğer katlarda yerine göre odalarda kalan kişi sayısı 1 kişiden 6 kişiye kadar değişebilir. Hasta odaları ve servis işleyişi hakkındaki sıkıntılara bilahere değineceğim için hastanemizin diğer kısımlarını anlatmaya devam ediyorum.
Hastanemizin ikinci büyük binası dahiliye binasıdır. Burası 9 katlıdır. -3 kardiyoloji ve diğer birkaç bilim dalının katıdır. -2  genelde laboratuarların olduğu kattır. Hasta olarak gelmiş iseniz burada en büyük sıkıntınız aradığınız yeri bulmak olur. Bir yeri bulana kadar üç dört kişiye sormanız gerekebilir ve bu bir hasta için gerçekten çok büyük bir strestir. -1 katında poliklinikler mevcuttur. Burada muayene saatleri ana baba günü gibidir. Çok kalabalık olur, yeterli bekleme yeri olmadığı için hastalar dar ve güneş görmeyen sıkıcı koridorlarda saatlerce ayakta bekleyebilmektedir. Giriş katı öğretim üyeleri ve biyokimya laboratuarı katıdır. Laboratuar ve sonuç alma bahsine ayrıca değineceğim. Daha yukardaki katlar dahiliye, kardiyoloji gibi birimlerin servis katları, ve bazı yoğunbakım, diyaliz ünitesi, hoca odalarının olduğu katlardır. Servislerde yatak sayısı 7  kişiye kadar çıkabilmektedir. Bazı odalarda yataklar paravan ile ayrılmıştır, ayrıca bu odalar küçük olduğu için yatağın yanına bir sandalye sıkıştırmakta bile güçlük çekebilirsiniz. Bir de bu odada, pencereyi bile görmeyen bir yatakta, paravanın arasında günler, haftalar, hatta aylar geçirebilen hastaların durumunu hayal ediniz. Servisten servise değişmekle birlikte genellikle odalar fiziki olarak, en temel tıbbi cihazlardan bile yoksun olabilmektedir. Bazı hasta yataklarının başında oksijen tesisatı bulunmadığı için hastaya oksijen gerektiğinde başka bir yatağın başından hortumu uzatmanız gerekebilmektedir. Ayrıca tıbbi cihazların da yeterli olduğu söylenemez. Bir EKG cihazını, kandan oksijen miktarını ölçen satürasyon cihazını başka bir servisten almanız, servisinizdeki kalp atışını takip eden monitör arızalı ise başka kattaki bir servisin monitörünü kullanmanız gerekebilir ki bu hiç de ender değil, aksine gayet sık olan bir durumdur. Hastalar için durum böyle iken tabii ki refakatçiler için sunulabilecek bir konfor da beklenemez herhalde, her gece sandalyeler üzerinde uzun vakitlerin geçmesini bekleyen onlarca refakatçi bulabilirsiniz hastanemizde. Dahiliye binasında ayrıca asansör de çok büyük bir sorundur. Yeterli sayıda ve büyüklükte asansör olmadığından hastalar ve yakınları büyük sıkıntı çekmektedirler.
Ortopedi binası yakın zamanda yenilendiği için orası hakkında diyebilecek pek bir şey yok. Ama arkasındaki psikiyatri ve nöroloji binaları için durum aynısı değil. Psikiyatri binasının en üst iki katında yatan hastalar bulunmaktadır. Doğal haliyle pencereleri parmaklı ve giriş çıkışlar denetim altındadır. Servis her ne kadar temiz ve düzenli olsa da, görünümü yetmişleri andırmaktadır. Nöroloji binasının, psikiyatri tarafından girişi her ne kadar düz ayak olsa da bodrumu andırmakta, çok kasvetli bir hava vermektedir.
 Göz, Göğüs hastalıkları binası ve onkoloji binaları hakkında söyleyebilecek pek bir şey yok, kısmen izole gibiler. Fakat onkoloji ( kanser hastalıkları ) binasının önü adeta bir sigara içme yeridir ki ironi olarak görmekteyim bunu…
Acillerin olduğu binalara gelince, acil cerrahi her ne kadar beklediğimiz düzeyde olmasa da nispeten iyi olmakla birlikte, acil dahiliye kısmı tamamen felaket diyebiliriz. Çok küçük bir poliklinik alanı mevcuttur. Burada dört asistan ve o sayıdan daha fazla öğrenci, ondan fazla hasta ve belki de yirmiden fazla hasta yakını bulunmaktadır. Yani günün kalabalık vakitlerinde kişi başı iki metrekareden daha az bir alan düşmektedir. Bu alanda acil(!) hizmetinin verilmeye çalışıldığını ve bir yakınınızın, belki de sizin seçmeye fırsat kalmadan aciz bir şekilde düştüğünüzü hayal edin… Tıbbi açıdan yeterli olup olmadığını tartışmaya açarak sizi daha fazla korkutmak istemem, çünkü kalp krizi geçirirken çalışmayan EKG cihazına burada rastlamak en kötüsü olsa gerek. Allahtan acil cerrahi EKG cihazını pek kullanmıyor, oradan alınabiliyor çalışmadığı zamanlar. Bunu bir teselli olarak gördüğümden söylemiyorum, benim de kabullenebildiğim bir durum değil. Burada çalışan doktorlara gelince, eğer gece gitmişseniz bilin ki oradaki doktor sabahın sekizinden beri hastanede görev başında, sizi belki onbeş saatlik bir çalışma maratonundan sonra karşılamakta. Ama bunca imkansızlığa rağmen, bazen hasta yakınlarının kendilerine yönelttiği haksız ithamlara rağmen canla başla çalışmaya devam etmeleri takdire şayandır doğrusu. Tamam, belki güleryüz gösteremiyorlardır ama siz de on onbeş saatlik bir çalışmanın, hastanenin eksikliklerinden doğan gereksiz onca yorgunluğun üzerine güleryüz gösterebilir misiniz bilmiyorum.
Temel bilimler binası. Burası hastaneden biraz izole gibidir. Hastalar genelde laboratuara sonuç almaya, kan vermeye filan gelirler. Hastanenin bir ucunda olduğu için ve orayı gösteren doğru dürüst tabela olmadığı için gördükleri önlüklülere sorarak yollarını bulmaya çalışırlar. Burasının eksikliği bence öğrenciler içindir. Laboratuarlar modern olmaktan ziyadesiyle uzaktır. Eğer laboratuar, bilimsel, yeni bir şeylerin olduğu yer olarak tanımlanıyorsa burasına müze denir daha çok. Ve temel bilimler, tıpta yeni bir şeyler bulmak için gerekli ve esas yol ise, fakültemizden pek bilim adamı çıkmamasında payları büyüktür diyebilirim. Ama işin doğrusu kızamıyorum da onlara. Çünkü kliniğin laboratuar işlerini yetiştirmeye öyle gömülmüşler ki, başka bir şey yapmaya haliyle vakit bulamıyorlar. Keşke bilim yapmaya yeterli zaman ve kaynağı bulabilseler.
Dekanlık, dermatoloji ve FTR binaları. Bunlar fakültenin girişinde hemen soldaki yapılardır. Geçenlerde bir kısmı restore edildiği için iç mekanı güzel görünüyor.
Amfiler, yemekhane, kütüphane… Bunlar daha çok öğrencileri ilgilendiren kısımlar. Öğrenciler, o hayal edilen kampus bahçesinden gayet uzaklar. Bunun için kimseyi suçlayamam, çünkü mekan olarak kalabalık bir semtte ve alanı dar. Fakat şikayetçi olduğum nokta, öğrenciler için gerçekten pek bir hareket kabiliyetinin olmaması. Gittikçe öğrenci sayısı artmakta ve aynı alanda sıkışmaya devam etmekteyiz. Öğlen, yemekhanede on onbeş dakikada bitmeyecek kuyruklar oluşuyor, kantinin bir güzelliği olmamasına rağmen oturacak yer bulmak bir sıkıntı. Yaz geldiğinde hava güzel olunca iki oturup muhabbet edecek olsanız, doğru düzgün yer bulamazsınız. Kütüphane, ders çalışmak için nispeten iyi, yazın serin, kışın sıcak olması güzel bir şey. Ama özellikle sınav zamanlarında oturacak yer bulmak gerçekten büyük sorun.
Park. Hastanede dışardan arabası ile gelen birinin gün içinde park yeri bulması nerede ise imkansız. Nerede ise dediğime bakıp belki bulurum deyip araba ile gelmeyin, nerede ise demek, %99 gibi bir şey. Çok sınırlı olan park yerleri ancak doktorlara yetiyor. O yüzden çoğu zaman hastanede otopark görevlileri ile hastasını araba ile getirenler arasında tartışma çıkar. Hastane dışında da park yeri bulmak çok zordur. Hastanenin altındaki caddede genelde çekiciler devriye gezer ve her seferinde de boş çıkmazlar, bir iki tane çeker götürürler. Adam hastasına mı canını sıksın, çekilen arabasına mı…

Şimdi biraz hasta yakınları açısından bakmak istiyorum. Açık konuşmak gerekirse, maalesef eğer çapada yatmak istiyorsanız çoğu zaman bir hocanın muayenehanesinden geçmeniz gerekmektedir. Eğer bir hocanın “ hastası “ iseniz, yatmak için akıl almaz kolaylık görürsünüz. Hoca asistanına bir telefon açar veya selamı ile hastayı gönderir. Bir yer boşalır boşalmaz hasta yatırılır. Serviste yatan hastalara soracak olursanız tahminim yüzde ellisinden fazlası bir hocanın muayenehanesinden geçmiştir. Hocalara fazla haksızlık yapmamak için yüzde seksen-doksan gibi bir rakam söylemedim ama gerçekte bu kadar çıksa hiç mi hiç şaşırmam. İlk olarak dediğim gibi, çapaya yatmak meseledir. İkincisi, asıl macera yattıktan sonra başlar. İlk birkaç gün o kadar şok olursunuz ki, sormayın gitsin. Anlatayım. Çapada genellikle hasta yakınlarına çok büyük iş düşer. Bir nevi ulak gibisinizdir burada. Hastanın, hastanede olmayan ilaçlarını siz alacaksınız, bunun için uzun reçete, kaşe imza prosedürlerinden geçmeniz gerekebilir ki her birini, daha önce bilmediğiniz bir yerden alacağınız düşünülürse bu işkence gibi bir şeydir. Bilmediğiniz bir şeylerin peşinde kafanızda bir ton soru ile koşturup durursunuz. Sadece ilaç değil, çoğu serviste hastanın laboratuar sonuçlarını siz alıp getirip doktora vermeniz gerekmektedir. Bazen doktor tahlil sonucunu getirmenizi ister, hastanenin diğer ucundaki laboratuara on dakikada ulaşırsınız. Bakarsınız sonuç daha çıkmamış, onca yolu geri dönersiniz, sonuç çıkmamış dersiniz. Bazen konsültasyon götürmeniz istenir başka bir servise, o kağıdı götürürsünüz. Bu konuda canımı gayet sıkan bir mevzu da var. Çocuk hematoloji, yani kan kanserlerinin olduğu serviste sadece anneler duruyor refakatçi olarak. Servisin dışında da ailelerin yakınlarından biri, galiba sırasıyla duruyorlar, sırf bu işler için bekliyor. Yani senenin üçyüzaltmışbeş günü bir insan, o kapıda nöbet tutuyor yaz kış. Halbuki, bilgisayar ağından girilip istense bu konsültasyon, bunların hiçbirine gerek kalmaz, daha sonra çözüm önerilerini sunarken bahsedeceğim. Hasta yakını iseniz, genelde yatacak yeriniz yoktur. Çünkü odalar genelde çok kişilik olduğu için ancak hasta yataklarına yer vardır. Yazın gece geldiğiniz zaman bahçede bankların üzerinde uyuyan çok kimse ile karşılaşırsınız. Yani kısaca, hastanede bürokrasi yüzünden doğru dürüst işlemeyen bir şey varsa, bu hasta yakınının sırtına yük olarak biner. Maalesef bu hasta yakınının da ailesi, işi vardır. Hiç yapacak bir şeyi olmasa bile bu angarya yüklenmez diye endişe edecek kimse var mıdır bilmiyorum. Mutlaka vardır ama nedense bu yıllardır böyle gelmiş, 2011 deyiz ve hala ne kadar böyle devam edecek bilmiyorum.

Hastalar açısından bakacak olursak… Hasta olmak çapada iki kat zordur. Ama önce avantajlarından bahsedeyim. Genelde gayet iyi doktorlar görmektedir sizi. Asistan bile olsalar, tedavileri hocalara danışılarak yapıldığı için aşağı yukarı kendinizi profesör tedavi ediyormuş gibi düşünebilirsiniz. Ve bu, hocaların çalıştığı diğer yerlerde size günlük binlerce liraya mal olacakken burada sigortanızla masraf karşılanır. Gerçi yine de ilaç bulunmaz, malzeme olmaz masraf çıkabilir ama bu elbet bir memorial, american hastaneleri ile kıyaslanamaz. Bunun dışında ilk etapta aklıma bir avantaj gelmemekte. Ama dezavantaj kısmına gelince… Burada gayet uzun bir liste çıkıyor. Daha önce de bahsettiğim gibi hasta olarak yatmak için, ya çok ciddi bir hastalığınız olmalı, ender bulunan bir hastalığınız olmalı veya hocanın hastası olmalısınız. Aslına bakarsanız, eğer hoca hastası olmak gibi bir durum olmasa, yani ayrıcalık tanınmasa, yine çapaya yatmak çok zor olur. Çünkü yatak sayısı belli, İstanbulun nüfusu belli. Elbette başvuranların çok az bir kısmını kabul edebilecek kapasitede. O yüzden, hocaların ayrıcalık tanımasını tasvip etmiyorum ama. hasta kabul edememesini de garip karşılamıyorum, çünkü gerçekten bir yığılma var ve herkes çapada tedavi görecek diye düşünmek de mantıksız olur. Hasta olarak en başta gelen sıkıntı, muhtemelen tek kişilik odalar olmamasıdır. Bunu da bıraktık, altı yedi kişilik odalar ne demek bu devirde??? Üstelik çapada??? Hastaların sıkıntıları derken, galibe birçoğunu hasta yakınları bahsinde anlattım. Personel sayısı yetersiz olduğu için ve bilgi sistemi etkili çalışmadığı için bir tetkik vermek, laboratuar sonucu almak, ilaç peşinde koşturmak, zaman zaman doktorlardan kendi hastalıkları hakkında yeterli bilgiyi alamamaları… Bunların her biri küçük görünebilir sizin gözünüze. Ama bir hasta için, hastalığı da zordur elbette ama, belirsizlik, ne yapacağını bilememe, nereye gidip hangi prosedür, bürokrasiyi takip edeceğini bilememe bazen tam anlamı ile işkence olabilmekte. Bunu yaşamayan bilemez. Çünkü önlükle o koridorlarda dolaşmayı biliyorum. Ve hergün dolaştığım koridorlar olduğu halde, hasta yakını olduğum zaman bana bile ne kadar iç karartıcı geldiğini biliyorum. O yüzden başlıbaşına hastanın ne yapacağını bilmesi bile bazen çok büyük bir rahatlama olabiliyor.

Doktor ve öğrenciler açısından değerlendirecek olursak… 2000li yıllarda öğrenci olarak başladığım zaman, bazen duyuyordum, doktorluğu bırakmak için erken, vakit varken bırakabilirsiniz diyorlardı. İçimden, ne konuşuyor bunlar, o kadar sınava hazırlanıp kazanıp gelmişim burayı, zaten iş işten geçmiş, kazanmışım, daha ne bırakacağım diyordum. Aradan onca yıl geçti, ne kadar haklılar imiş diyorum şimdi. Gerçi, kendi adıma konuşacak olursam yine muhtemelen aynı işkenceye katlanır okurdum diyorum ama etrafıma baktığım zaman gerçekten üniversiteye girerkenki zamanlarına dönecek olsalar muhtemelen üçte biri doktorluğu seçmezdi. Belki bu iyimser bir tahmindir, yarısı da olabilir. Ve bence bunda en büyük etken, hastanenin getirdiği gereksiz işyüküdür. Evet. Diyebilirsiniz ki, zaten yoğun hastane işleri, neden kendinize gereksiz iş yükleyesiniz diye… İnanın bunun mantık dahilinde bir cevabını bulamıyorum. Daha anlaşılır olması için size çapadaki doktorluk ve öğrencilik hayatından kesitler sunmak istiyorum.
Herhangi bir serviste çalışıyor olun. Mesela radyoloji filmi danışmanız gerekecek radyologlara. Kolay yolu, telefonla arayıp sorarsınız, hastanede çekilen filmler onların bilgisayarlarında görünürler, kolayca öğrenebilirsiniz. Eğer aradığınız zaman ulaşamazsanız mesaj bırakırsınız, müsait olunca ararlar. Çapada, çoğu zaman intern ( son sınıf öğrencisi ) doktor gönderilir. Radyolojinin olduğu binaya gidip istenilen doktorları bulmaya çalışır. Şanslı ise çabuk bulur, yorumu alıp geri döner, ki bu en azından yarım saatini harcaması demektir. Ama çoğunlukla hemen bulamaz, birkaç sefer gitmesi gerekir. Bazen doktorun işi varsa uzun müddet beklemesi gerekir, ondan sonra yorumu alır, saatleri gider, veya defalarca gittiği halde eli boş da dönebilir. Fakat bu, sadece internün canını sıkar, asistan doktorlar da öyle yetiştiği için pek aldırmazlar. Sanayide dayak yiyen çırak usta olunca dayak atar misali bu düzen böyle sürüp gider. Doktor takımından genelde bu gibi angarya işlerin yıkılabildiği kadarı interlerin üzerine yıkılır. Zamanın boşa harcanmasına pek ehemmiyet verilmez, önemli olan kendi işinin görülmesidir sonuçta. Asistan doktorlara gelince. Onların, intern doktorların üzerine bu şekilde gereksiz iş yükü bindirmelerine de çok kızmamak gerekir, çünkü zaten kendileri başlarını kaşıyacak fırsat bulamazlar. Aynı şekilde bir sürü, hasta tedavi etmek ile ilişkisi olmayan işlerle o kadar yorulmuşlardır ki,,, Hastanede bir ilaç olmaz, bir sürü prosedür ile ilaç getirtmeye çalışırlar. Çoğu yerde sekreter olmadığı için sekreterlerin yapacağı bilgisayara tetkik girme işleri, laboratuardan bir şeyler isteme, bizim laboratuarlarda tetkik malzemesi kalmadığı için hastaları başka yerlere sevketme vs… gibi işlerden dolayı gün içinde sakin oturdukları görülemez nerdeyse. Bir de nöbetleri eklerseniz ve nöbetin ertesi günü çalışmaya devam ettiklerini düşünürseniz… Biliyor musunuz, doktor olarak bizleri çapada asıl yoran şey hasta tedavi etmek, işe yarar bir şeyleri yapmak değil. Personel yoktur, hastanın BT ye gitmesi gerekiyordur, hastayı on kat aşağı indirip beş dakika mesafedeki yere götürmek, geri getirmek yormaz bizi. Asıl yoran, can sıkıcı gelen serviste basit bir aletin olmadığından dolayı bir üst kattan o aleti istemek. Asıl yoran, laboratuarda kit olmadığı için başka bir fakülteyi aramak zorunda kalmak. Asıl yoran doktorluktan başka yaptığımız bu şeyler. Çocuk binasında akşamdan sabaha kadar hasta bakıp sızlanmam. Ama bir serviste şeker ölçüm aleti olmadığı için karşı servise geçip onu almak canımı sıkıyor. Nöbetin, koşuşturmanın yirminci saatinde ameliyata girip ayakta uyanık kalmaya çalışmaya sızlanmıyorum. Ama çocuk acil müşahede kısmında şeker ölçüm cihazı olmadığı için ince tüpe aldığımız kanı götürüp içerde, yoğun bakımda masaya sabitlenmiş şeker ölçüm cihazının içine üflemeye kızıyorum. Hastanede kana asla eldivensiz dokunmadığımız halde, içinde kan olan bir tüpün bir ucundan üflemeyi sağlık açısından son derece riskli buluyorum ve bunun da çapada yaşanıyor olmasını hazmedemiyorum.

Hocalar açısından… Öncelikle belirtmem gerekir ki, her ne kadar kızgın olsam da, mükemmel hocalarımız var. Hepsi olmasa da, çoğu hoca gayet iyi. Bazılarına hayranlık duymamak elde değil. Türkiye şartlarına rağmen bilimsel çalışma yapmaya gayret eden, Nature gibi dergilerde makaleleri çıkan hocalarımız var. Belirtmem gerekir ki, öyle bir dergide makale çıkarmak, tüm imkanlar elinizde iken bile zor iken, ülkemizden çıkarmak o zorluğun on mislidir. O yüzden çok büyük saygı duyduğum hocalarımız var. Diğer yandan sadece bilimsel açıdan değil, klinik tecrübe olarak da derya olan hocalar var. Başka bir doktorun uzun tetkikler sonucu koymakta zorlanacağı tanıyı, daha hasta konuşmasını bitirmeden koyabilecek hocalarımız var. Çok iyi niyetli, sabırlı, daha genç yaşında doktorluğu hakkı ile yapan asistan doktorlar var. Bunların hakkını hiç yiyemem. Hocalar yönünden şikayetim, bu sorunlardan gafil olmaları. Sorunları derinlemesine bildiklerini sanmıyorum ama bilmediklerini de sanmıyorum. Ama insiyatif almaktan kaçınıyorlar çoğu. Şiddetle ihtiyaç duyduğumuz değişime kapalılar, hatta buna ihtiyaç duymuyorlar da diyebilirim.
 Çoğu yaşlı kimseler oldukları için pek değişimi düşünemiyorlar. Ve şahsi kanaatim, yapabilecekleri en büyük kötülük de bu oluyor. Daha geniş manası ile şöyle açıklayayım: çapaya her sene yaklaşık 450 öğrenci alınıyor. Ve bu 450 öğrenci de aşağı yukarı ilk ikibin, belki binbeşyüzde. Yani siz, YGS sınavına göre en parlak ilk 2000 in dörtte birini alıyorsunuz. Bunlar geleceğin Türkiyesi için o kadar kıymetli ki, anlatmak mümkün değil. Ve bu parlak zekalar altı senenin sonunda bu sistemden geçtikten sonra ne hale giriyorlar onu anlatayım:
Aldığı eğitimden memnun olan üçte biri geçmez. Eğitim kısmında, öğrenciler genelde ders kitapları, bilimsel yayınlar okumaya yönlendirilmiyor, başka öğrencilerin yazdığı ders notlarından ve geçmiş sınavlarda çıkan sorulardan çalışıp ders geçmeye alıştıklarından mezun oldukları zaman genelde literatür kitapları ile çok bağlantıları olmuyor. Öğrencilikleri döneminde bilimsel çalışmaya özendirilmedikleri için mezun olacakların arasından bilimsel çalışma yapmayı düşünen yüzde beş oluyor ya da olmuyor. Bu öğrencilerin son sınıfları, doktorluk pratiği açısından çok verimli geçirilebilecek iken, mevcut sistemden dolayı vakitlerinin çoğu sekreterlik işi veya getir götür işleri gibi şeylerde harcanıyor. Şahsi kanaatim, en büyük kötülüğü, bize ufuk kazandırmayarak veriyorlar. Hayatımızın en güzel, en verimli olabilecek, heyecanla büyük idealler peşinde koşabileceğimiz zamanları mahvediyorlar ve bizi böyle gelmiş, böyle gider diye koşullandırıp mezun ediyorlar. Bunu kasıtlı olarak yaptıklarına inanmıyorum. Hocaların arasından buna karşı uğraşanlar da var ama kim uğraşmış ise bir müddet sonra o katı zihniyet yüzünden geri çekilmek zorunda kalmış. Tamgün yasası çıktığı zaman sevinmiştim, o geri kafalı hocalar gider, gençlerin önü açılır, yenilik gelir, bir tazelenme olur diye. Maalesef olmadı. Üzülerek itiraf etmeliyim ki, çapa, çoğu hocanın ikinci eşi. Ya da çapayı aldatıyorlar diyeyim, American hospital, Acıbadem, Memorial… İsimlerini duyunca bir kızgınlık geliyor içime hocaları çaldıkları için. Öğlen oldu mu, doğrudan o hastanelerin yolunu tutuyor hocaların çoğu. Dışarıda çalışmalarına bir diyeceğim yok ama çapa bu durumda, eğitim ve bilim açısından bu kadar geride iken, fiziki şartlar açısından resmen dökülür iken, gidip beşyıldızlı oteller gibi hastanelerde çalışmalarını çapa mensubu olarak aldatma olarak görüyorum ve bundan çok derin üzüntü duymaktayım.

Çözüm önerileri:

En başta fakltenin tamamen yeniden inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Mevcut binalar gün geçtikçe ihtiyacı daha da karşılayamaz duruma gelmektedir. Birimlerin ayrı ayrı yenilenmesi yerine aynı alana daha büyük ve modern binalar inşa edilmelidir. Bu yapıldığı takdirde hastalar tek kişilik odalarda kalabilir, ek olarak birçok sosyal alana yer ayrılabilir, hastanenin altını otopark yaparak park sorunu kökten çözülebilir. Yerleşim yeniden planlanarak birimler uygun yere yerletirildiği takdirde hem hastalar açısından hem de çalışanlar açısından iş yükü hafifler.  Bu öneri çok ulaşılmaz gelebilir. Ama ülkemiz gün geçtikçe daha gelişmektedir, kaynakları artmaktadır. Sadece hayırseverlerin desteği ile bile bunun başarılabileceğine inanıyorum.
Modern bir hastane sistemi kurulmalıdır. Bilgisayar ağı yenilenip raporlar, görüntülemeler
 tahliller, konsültasyonlar gibi bir çok işlem bu ağ üzernden yapıldığı takdirde çok büyük bir iş yükü ortadan kalklmış olur, doktorlar hastalarına ve eğitimlerine daha fazla zaman ayırabilir, hasta yakınları bir sürü tahlil peşinde koşmaktan kurtulmuş olurlar.
Asistan eğitmi modernize edilmelidir. Maalesef her sene birçok asistan, bu gereksiz işyükü ve eğitmden ziyade bürokrasi ile uğraşmaktan dolayı istifa etmekte, çalışmaya devam eden asistanlar arasında da memnuniyet oldukça düşük seviyededir. Hemşire, sekreter ve personel gibi çalışanların sayısı artırılarak, doktorların üzerindeki, doktorlukla ilgili olmayan işyükü azaltıldığı takdirde hem bakılan hasta sayısı, hem de kalitesi çok büyük artış gösterecektir.
Profesörler için sunulabilecek seçenek artırılmalıdır, fakülteye daha fazla zaman ayırabilmeleri için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Bu, özel hastalarına fakültede bakmak, bilmsel çalışmalar için ödenen parayı artırmak, sözleşmeli çalışmak gibi, uzmanların daha iyi bileceği çok geniş seçenekler sunularak yapılmalıdır. Sadece bir ameliyatından on bin dolar kazanan hocanın, bir ay boyunca sabahtan akşama kadar fakültede beş bin lira maaş için kalabileceği pek akla yatkın gelmemektedir. Kestirip atmak yerine akılcı bir çözüm aranmalıdır.
Öğrencilerin eğitimi yeniden gözden geçirilmelidir. Kağıt üzerinde mükemmel görünen eğitim sistemi, neden altı yıl sonunda kendine güvenini kaybedip geleceğe umutla bakmayan, idelalleri körelmiş hekimler mezun ediyor, araştırılmalı ve çözümü bulunmalıdır.
Bütün bunlar için, öncelikle, tarafsız ve modern bir denetimden geçmeli, eksikleri çıkarılmalıdır. Fiziki şartları, doktorlar ve tüm çalışanlar sıkı bir denetime tabi tutulmalı, tabiri yerinde ise külahı önümüze koyup düşünmeliyiz. Başlangıç olarak bu denetim çok önemlidir. Çünkü çapada okuyan, çalışan kimseler olarak bir müddet sonra en garip uygulamaları bile ister istemez benimsemeye başlıyoruz. Diğer yandan, çapanın içinden gelen şikayetler yıllardır gelmekte ve bu durum devam ettikçe de daha yıllarca gelmeye devam edecektir. Ve fakültede yetkili kimseler de bunları defalarca duymakta, bir müddet sonra alışmaktadır. Hal böyle olunca duruma ve şikayete alışılmış olunmaktadır. Ama objektif bir değerlendirme, belki birşeylerin değişmesi açısından başlangıç olabilir. Bunun için gelişmiş ülkelerdeki denetim kurumlarından yardım alınabilir.

Son olarak...
Bir seferinde, hematoloji ( kan kastalıkları ) dersinde, hoca PİKA diye bir konuyu anlatıyordu. Vücutta eksik olan bazı minerallerden dolayı hastalarda, yiyecek olmayan maddeleri yeme isteği meydana geliyor. Hoca duvardan dökülen sıvayı gösterip, “mesela bu çok lezzetli bir şeydir onlar için” dedi. “Bakın, böyle uygulamalı eğitimi yeni yapılan tıp fakültelerinde bulamazsınız çünkü hepsi gıcır gıcır” gibi bir ironi yapmıştı.
O kadar çok hastadan duyduk ki, burası ne biçim hastane diye, artık hiç garip gelmemeye başladı.
İnadına nefret etmemek için uğraşıyorum doktorluktan, çapadan. İyi bir şeyler olacağına inanmak için o kadar çok büyük bir inat gerekiyor ki, çoğu zaman inanamıyorum, sonra kendime kızıyorum, kendimi koyverir isem o kızdığım hocalardan farkım kalır mı?
Bazen, dua ediyorum hastaların halini görünce, Allah kimseyi bu fakülteye dşürmesin diye.
Bazen hocalara derdimizi anlatmaya çalışıyoruz, anlayan oluyor, itiraz eden oluyor, hiç konuşamayacağınız hocalar oluyor. Konuşabildikleriniz de şikayetçi ama durumun değişeceğine inanan yok.
Bazen çok sinirleniyorum sisteme, doktorlara...
Gece yatarken aklıma geldiği oluyor, dönüp duruyorum, uyuyamıyorum bir türlü.
Bazen birilerine patlamak geliyor içimdekileri.
Bazen sinirden gülüyorum. Kendi kendimizi, hastaları gereksiz yere neden yorduğumuu, neden çapayı çekilmez hale getirdiğimizi düşünüyorum, bir türlü açıklamasını yapamıyorum kendime.
Düzelir mi diyorum bu gidiş? Elbette düzelir diyorum. Çünkü bir terslik var. Elbette akıllı adamlar gelecek bir şeyler yapacak. Ya bu halinde iken düzelecek, ya da artık kırıldığı noktaya kadar gidecek, artık o kadar çağdışı kalacak ki, o kadar göze batacak ki, mecburen düzelecek. Belki hocalar da bunun farkında ama o zamana kadar emekli oluruz, bizi etkilemez diye mi düşünüyorlar bilmiyorum.
Kim düzeltecek bu gidişi? Çapada yüzlerce profesör, yüzlerce asistan doktor,  üçbine yakın öğrenci olduğu halde biz bir kısır döngüdeyiz ve senelerdir çıkamadık işin içinden. Eğer bu ülkenin iyi yetişmiş doktorlara ve modern tıp fakültelerine ihtiyacı var ise, ki kesinlikle vardır.
Not: 5. sınıfta iken, okulumun haline canım epey sıkılıyordu. Bir akşam oturup saatlerce içimi dökmüş ve bu yazıyı yazmıştım, harddiski karıştırırken buldum.