24 Aralık 2011 Cumartesi

Hoca Ali Rıza'dan Hatıralar - 1

Hoca Ali Rıza ( 1858-1930 ) ile bir kaç sene önce tanıştım. Kalınca bir kitap vardı Hoca Ali Rıza'yı ve eserlerini anlatan, okudukça hayran kaldım. Resimleri de ayrı bir güzellikte. İstanbul'un, özellikle de Boğaz'ın muhteşem güzellikteki tablolarını görüp de hayran olmamak elde değil. Şimdilik aklımda olan birkaç hatırasını paylaşacağım.
Hoca Ali Bey, çok merhametli bir insandır. İnsan, daha doğrusu canlı sevgisi ile doludur. İttihat terakki kurulduğunda Hoca Ali Rıza'ya da teklif götürürler kendi aralarına katılması için. Hoca Ali Bey de; "bizde ölmek var, öldürmek yok" der. Tabii ki cemiyet almaz böyle bir adamı içlerine.
Çamlıca tepesine çıkıp orada resim yaparmış. Bir gün yine talebesi ile tepeye tırmanırken, yolda bir at arabasına rastlarlar. Arabanın yükü ağırdır, hayvancağız zorlanarak çıkmaktadır yokuşu. Hoca Ali Bey, talebesine "hadi bir                       el atalım" der. Resim malzemelerini arabaya atıp oradan birer çuvalı sırtlanırlar, tepeye kadar götürürler.

Hoca Ali Bey, kirada otururmuş. Taşınması gerekmiş. Bir ev bulmuşlar, ama o evi bilenler, "Hocam, bu evde çok fare vardır, sizin boyaları kağıtları kemirir. Zaten bu eve gelen kimse birkaç ay dayanabiliyor" derler. Hoca Ali Bey yine de girer eve. Aradan üç dört ay geçtiği halde Hoca Ali Bey oturmaya devam etmektedir. Etraftakiler şaşırır bu kadar dayandığına, "Hocam ne yaptın?" derler. Hoca; " Hayvancıklar aç oldukları için yermiş öte beriyi, yemini suyunu yuvalarının önüne koyuyorum, karınları doyunca benim malzemelere ilişmiyorlar" der.

Bir seferinde talebesi Süheyl Ünver'in evine misafirliğe gider yatıya. Gece böceklerden dolayı rahat uyuyamaz. Ertesi gün bir tas su ve bir de taş ister. Gece olunca gelen böcekleri, suya koyduğu taşın üzerine koyar. Ertesi sabah da ada gibi, taşın üzerindeki böcekleri bahçenin bir köşesine döker.

20 Aralık 2011 Salı

"İNTERN" LÜK 3

İntern lükte cerrahiden sonra Kadın Doğuma geçtik. Doğumhanede ve poliklinikte çalıştım. Kadın doğum, hastası çok olduğu halde diğer bölümlere göre daha az konuşulan, hasta yoğunluğunu dışarıya çok yansıtmayan bir bölüm zannımca. Elbette, kadın hastalıklarının pek konuşulmaması bunun sebebi olsa gerek. ( Muhtemel ki erkek olduğum için bana böyle geliyordur, yoksa kadınlar konuşur kendi aralarında herhalde, neyse... )
Doğumhane monoblok binasının -2. katında. Duvarları yer yer fayans kaplı, konuşunca sanki yankı yapan, basık bir ortamı var. Doğum, öyle bir kaç dakikalık iş değil, saatlerce sürüyor. O yüzden arkadaki doğum odalarında belki 10 saat bekleyenler bile oluyor. Bebeğin "dünyaya gelme" vakti gelince de doktorlar işe el atıyorlar. Anne adayının, sancısı geldiğinde var gücü ile doğum yapmaya çalışması gerekiyor. Bunun için de, sancısı geldiği zaman yanındaki doktor "ittirmesini" söylüyor. Daha doğrusu söylemek değil, bağırmak:) Anladığım kadarı ile, vakti geldiği zaman, gebenin kendini sıkarak bebeği doğurması çok önemli. Bir yandan da strese girip olanca gücünü kullanması lazım ki doğum olabilsin. Devreye burada doktorun bağırması giriyor. Değil gebe kadın, ben bile strese giriyorum:) Doğum vakti şenlik oluyor anlayacağınız. Şimdi diyeceksiniz, kadıncağız acı çekiyor, sen şenlikten bahsediyorsun diye, açıklayayım. Doğum olduktan sonra bebeği eline alıyor doktor, ilk nefesini alıp ağlamaya başlayınca bebeği annesine bağlayan kordonu kesiyor. Sonra bebeği yıkamadan kurulayıp, elbisesini giydirip annesinin kucağına veriyorlar. Annesi onu görünce, biraz önce çığlık atan o değilmiş gibi, yorgun, mutlu ve acı ifadesi filan olmadan çocuğunu kucağına alıyor. Filmin sonunu bu şekilde gördükten sonra, önceki bağırıp çağırmalara gülesi geliyor insanın, şenlik gibi demem bundan dolayı:)

Doğum vakti yaklaşmış, kontrolleri yapılan gebelere NST bağlanıyor. Bebeğin kalp atımlarını ve rahimin kasılmasını izlemeye yarıyor. Bir gebeye bunu takarken, elime tekme attı gebenin karnındaki bebek. Daha önce duyuyordum ama nasıl birşey olduğunu bilmiyordum, ben buradayım, canlıyım der gibi... Çok farklı bir histi. O gebenin dediğine göre, çocuğu ile yatarken, bazen karnındaki bebek, çocuğu tekmeleyip uyandırıyormuş:)
Kadın doğum servisinde, doğumu yaklaşmış hastalar vardı. Bu hastaların günlük takibi yapılıyormuş doğumhanede. Yani 8 ya da 9. katta kalan hastalar, -2. kata gelip bazı testler yaptırıp geri yukarı dönüyorlar. Gündüz vakti yoğun olduğu için, sabah 5 te yapıyorlarmış testleri. Gece nöbete kaldığım zaman, ben gittim gebelere aşağı kadar refakat etmeye. Servis hemşiresine isim listesini verdim, uyandırdı. Birlikte asansöre gittik. Beyaz önlükle gidiyorum, arkamda 5 tane göbeği burnunda gebe, normalde kalabalık ve telaşlı olan koridorlar bomboş, benim kafamın içi de uykusuzluktan boşalmış halde... Hala unutamadığım garip bir duygudur bu aklımda kalan.
Kadın doğumda bir süre de poliklinikte çalıştım. Bir seferinde, yabancı bir hasta geldi. Biraz ingilizcem olduğu için yardımcı olmaya çalıştım. Muayene olmadan önce kayıt yaptırması gerekiyordu, kayıt bölümüne götürdüm. Orada kayıt yapan görevli ile konuşurken, şimdi hatırımda kalmayan bir şeye gülmüştüm. Hastanın yanına vardığım zaman, hastalığının komik mi olduğunu sordu. Kendine güldüğümü zannetmiş. Durumu açıklayıp özür diledim. Demek ki hasta yanında dikkatli olmak lazım dedim kendi kendime. İnsan üzgün, kırgın durumda iken normalden daha alıngan ve anlayış bekler durumda olabiliyor. Gel gör ki, insanlardan daima mükemmel bir davranış bekliyoruz kendimize karşı. Yolda giderken biri çarpacak olsa, "kör müsün be adam" lafını hemen yapıştırıveriyoruz. Ama gel gör ki, belki o adam az önce bir yakınını kaybetti, belki maaşı yetmediği için çocuğunun isteklerini yerine getiremiyor, belki evde yatalak babası var günde üç beş kere altını temizlediği, belki... O kadar çok neden var ki, öğrenince o ettiğimiz lafa pişman olacağımız...

25 Kasım 2011 Cuma

"İNTERN" LÜK 2

Çapa'da intern demenin, ara eleman olduğu, hem asistan, hem öğrenci, hem getir götür görevlisi, hem hasta bakıcı vs... olduğu tüm 6. sınıf talebelerinin bizzat yaşayarak bildiği bir şeydir. Maalesef, sistemin eksikliğinden kaynaklanan, bunda hocaların çözüme yeterince gönül vermemesini de yine başta gelen sebeplerden görüyorum, bir sorundur. 6. sınıf, yani tıp eğitiminin bir parçası olduğu halde, bir eğitim programının olmayışı da bunu gösterir. Hocaların kafasındaki, nasıl olsa o kadar süre hastanede vakit geçiriyorlar, artık bir şeyler öğrenirler herhalde mantığı vardır zannederim. Yalnız, burada elbette istisnalar da vardır. Ama maalesef, dediğim gibi "istisna" olarak kalmaktadırlar.
Neyse, cerrahiden bahsetmiştik ilk olarak. Bir de "acil cerrahi" var. Staj iki hafta sürmesine rağmen en yoğun geçen stajdır ( genel cerrahi B servisi hariç ). Sabah 7 buçukta başlar. Beş nöbet vardır ki, her nöbet 26 saat kadar sürer. Bizim rotasyonda uyumak da yasaktı gece, bir iki sefer bir saatlik uyuyabildim, onun dışında uyuyamadım. Acil kısmında, sabahtan akşama kadar mutlaka bir iş vardır peşinde dolaşacağınız. Zamanın nasıl geçtiğini farkedemezsiniz. Gelen hastaların ilk muayeneleri, pansumanlar, bazen dikişler, acil ameliyat çıkarsa ameliyat, radyolojiden yorum alma, laboratuardan sonuç getirme... Tıpta "rütbe"nin en çok hissedildiği yerdir cerrahi. Asistan kıdemlendikçe iş yükü azalır, "angarya" tabir edilen işlerden kurtulur. Gece ameliyat yoksa uyuma süresi de artar. İş kıdem esasına göre dağıldığı için, en "angarya" işler de internün üzerine kalır haliyle. Angarya'nın manasını açayım. Getir götür işi demektir. Hastanede güzel, hatta vasat bir bilişim sistemi olmadığı için lab sonuçları, radyolojik görüntülerin danışılması vs işler interne yıkılır. Bir seferinde hesaplamıştım, tüm hastanede yaklaşık 20 kişinin tüm yaptığı iş, bu gereksiz getir işleri. Bazen hasta yakınlarının, bazen kat görevlilerinin, bazen de internlerin yüklendiği bu görev, basit ve kullanışlı bir bilgisayar ağı ile ortadan kaldırılabilir ve bu 20 kişi daha faydalı işler yapabilir ama Çapa da maalesef bunu yapacak " akıllı " insan yok, ya da yapacak pozisyonda değil.
Cerrahiden çok saptım, konumuza dönelim. Acil cerrahi stajı, gereksiz iş yükü ve stresi sayesinde, bir çok internün genel cerrahiyi asistanlıkta yazmama sebebidir kanaatimce. Konuya dönelim dedim ama, bir seneden fazla bir süre geçtiği için, zihnim acil cerrahi stajının çoğunu silmiş, geriye bölük bölük anılar bırakmış, onlardan bahsedeyim.
Bir gece, nöbetteyiz. Saat üç civarı. Acil ameliyat çıkmış, internlerden benim girmem gerekti ameliyata. O zamanlar da, ramazan ayı. Ezan 4:30 gibi okunuyor, yani muhtemelen biz ameliyatta iken. Koşa koşa kantine gidip iki çikolata yedim, bir de su içip sahurumu yaptıktan sonra yine koşa koşa doğru ameliyata gittim:) Gecenin 2-3 üne kadar ayakta çalışmaya dayanıyor insan. Ama vakit dördü aşınca artık dermanı kalmıyor. Bir de ameliyatta yaptığımız iş ekartörlük, yani yarayı açıp geniş tutan ekartörleri tutup ayırmak olunca, artık sallanmaya başlıyor insan. Sanki saniyelik uyku-uyanıklık arasında gidip geliyor. Yanındakilerin konuşmasının bazı kelimelerini duyuyor, bazılarını kaçırıyor, böylece konuşmanın tamamını anlayamıyor:) Asistan, benim bir iki sefer sallandığımı görünce uyarmıştı sakın düşme diye.
Her gün dokuz gibi acil hocalarının dersleri olur. Yarım, bir saat bir şeyler anlatırlar. Bu ders, nöbetin ertesi gününe denk geldi mi tam işkence olur. Bir seferinde, nöbet ertesi derste, koridorda hoca anlatırken, benim dizlerimin bağı çözülür gibi oldu uykusuzluktan ve yorgunluktan. Ayakta uyumak denir ya, tam da o işte. Hoca bunu görünce, sen şu duvara yakın dur dedi. Yani düşersem, destekli düşmüş olacağım:) Sağol ya..
12 Eylül pazar... Referandum ve Türkiye'nin basket maçının olduğu gün. Oy kullanmaya çıktım. Dönüşte bir yerde yemek yerken giydiğim cerrahi takımına biraz ketçap döküldü. Daha yeni yıkamıştım ve temiz temiz giyiyordum:) Biraz temizledim, neyse artık böyle idare edeceğiz diye döndüm. Akşama doğru, asistan ve bir hasta tartışıyordu. Hasta, acil bir durumu yokken, poliklinik hastası iken, acil cerrahide tedavi olmak istiyor, doktor da, cerrahi polikliniğinden randevu alıp oraya gitmesini söylüyordu. Hasta biraz kızmıştı, yer var, siz de boş duruyorsunuz, neden bakmıyorsunuz diyor, doktor da, acil olmadığınız için size burada bakılmaz, evet boş yer var ama orayı acil hastalar için saklamamız lazım diyordu. Bu sırada, Atışalanı civarında minibüs kazası haberi geldi. Çok sayıda yaralı varmış, bizim acile de dört tanesi geliyormuş. Ambulanslar geldi, iki hastanın hayati tehlikesi olduğundan onları resütasyon odalarına aldılar. Resütasyon odası, diğer acil cerrahi hastaların yattığı yerden farklı, yaralanma gibi çok acil, bazen de cerrahi girişim gerektiren hastaların alındığı odalar. İkisinden birine girdim, internlere de ihtiyaç oluyordu. Hastanın solunumu, nabzı yoktu. Kafasından darbe almış, yüzünün bir tarafı tanınmaz halde, bir bacağı kırılmış, şekil değiştirmişti. Hemen kalp masajına başlandı. Bir ara ben devraldım masajı. Bayağı yorucu bir iştir kalp masajı, beş dakika bile çok yorar insanı. Kırk dakikadan fazla uğraştık ama dönmedi. Zaten geldiğinde de yoktu kalp atışı, muhtemelen o zamandan vefat etmişti. Diğer resütasyon odasındaki hasta yaşamış, yukarı yoğun bakıma almışlar. Daha sonradan ne oldu bilmiyorum. O kazada, zannederim 13 kişi hayatını kaybetmişti. Hastaya kalp masajı yaparken üzerim kan olmuştu epey. Daha sonra ortalık sakinleşince asistandan, üzerimi değiştirip gelmek için izin istedim, ama gerek görüp izin vermemişti. Ertesi günü, acil cerrahi stajının iki haftalık yorgunluğu, bir önceki gecenin uykusuzluğu ve o vefat eden hastanın üzerimdeki kanları ile sabah sekiz gibi evin yolunu tutmuştum. Yanımdan geçenlerden bakanlar oluyordu ama hiçbirinin farkında olacak, hiçbirini düşünecek mecal bulamamıştım kendimde.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Dokuz Yüz Katlı İnsan

Mustafa Merter'in Tasavvuf ve Benötesi Psikoloji ( transpersonal psikoloji ) ile alakalı kitabı...
Normalde kişisel gelişim ve psikoloji kitaplarına biraz önyargılı yaklaşırım. Nedeni de, kitapta o kadar büyük iddia vardır ki, okuyup bitirince elinizde kalan bazen armudun çöpü gibi birşey olunca, hani ne iddia ediyordun diye dönüp soruyor insan. Kitap kurdu ve boş şeyler okumayacağına güvendiğim bir tanıdığımın tavsiyesi olunca kitabı aldım. "Kendini tanıman için" dedi, "daha iyi anlaman için"... Kitabı üç dört aydır bitirmedim henüz. Ara sıra açıp okuyorum. Bir iki sayfası bile huzur veriyor, dinginleştiriyor insanı.
Yazar, kelimenin tam hakkını verecek şekilde "bilge" bir psikiyatrist. Batıdaki, insanı anlamaya, çözümlemeye çalışan kimselere ve doğudan sunulan mistisizme tam olarak vakıf. Çok okuduğu, araştırdığı ve daha da önemlisi hissedip yaşadığı anlaşılıyor. İnsanı anlama gayretinde. Batılılar o kadar araştırmışlar ki insanı çözmek için, ama her bir kimse, her bir akım bir yerlerde tıkanmış. Bakmaya çalışmış ama göremedikleri yerler olmuş, daha doğrusu, bu gözden kaçırdıkları yerler yüzünden insanın sırrını çözememişler.
Yazar, tam bu noktalarda Hz. Mevlana ve Hz. Kuran'dan, İbn-i Arabi'den bakış açıları ile, insanı öyle güzel çözümlemiş ki...
Burada, kitabın konuları şöyle akıyor, bu şekilde anlatmış diye araya girerek faydasız konuşma yapmayayım diyorum. Hani derler ya, yaşamadan bilmezsin diye, okumadan bilmezsin...
Yalnızca, altını çizdiğim bazı şeyleri paylaşmak istiyorum:

...zihin şehrimin uğultusundan uzaklaşmak...

Bireyi büyük oranda oluşturan başlıca unsur bilinçdışıdır. Bilinçdışı; karmaşık duygu, düşünce ve dürtülerin hüküm sürdüğü, eski duyguların tekrarlandığı bir alandır.

Anima, başkası üzerine yansıtıldığında sevilen, aslında muhatap olduğumuz kişi değil, onun üzerine projekte edilen kendi hayalimizdir. Bu tür bir sevgi, narsistik/özsever sevgi olarak nitelendirilir.

İçine kapanma, adeta yardım aramak için bilinçdışının derinliklerine dalarak oradaki sembollerle ve arketiplerle temas kurduktan sonra, yeniden yön değiştirmektir.

Gurdijeff, 1897'lerde Afganistan'da tasavvuf ile tanışmış ve Orta Asya Nakşibendi tarikatında evrenin fonksiyonel yapısı üzerine bir şema öğrenmişti. Sonraları talebeleri O. Ichazo ve C. Naranjo bunun üzerine çalışmalar yaparak, diyagramı kişilik yapısı açısından kullanıma hazır hale getirdiler. Ortaya çıkan 9 kişilik tipi; atalet, öfke, gurur, kibir, kıskançlık, cimrilik, kaygı, oburluk, şehvet gibi nefs-i emmarenin 9 zaafını temsil ediyordu. Böylece sıradan insanın "güncel patolojisi" sistematize edilmiş oldu. Ennegram diye adlandırılan bu kişilik şemasının kullanımı, psikoterapinin yanı sıra Hollywood film endüstrisinden iş dünyasına kadar birçok alanda fayda sağladı.

Freud'dan sonra geliştirilen benötesi ekolü dahil, tüm psikoloji ekollerinin ortak noktası, son tahlilde nefsin alt katmanlarına ışık tutmaları, yani nefs-i emmarenin arzularını tatmin etmeleridir. Böylece, narsist/bencil varoluş tarzı hem onaylanmış, hem de teşvik edilmiş olur. İnsan hep daha fazla "almaya" teşvik edilir ve "vermenin" almaktan sonra geldiği vurgulanır. Böylesi bir hedonist akıntıya kapılan insan, verici olmayı bir türlü benimseyemez ve narsisizm/özseverlik hastalığı toplumu sarar.

Çoğu insan, alkolün etkisi altında yaşanan "boşalma/katarsis"lere aşinadır. Ne var ki bu boşalım, iki aklı başında insanın muhabbeti ve karşılıklı diyaloğu şeklinde olmadığı için, ertesi güne bıkkınlık verici bir baş ağrısından pek fazla bir şey bırakmaz. Muhatap ile muhabbet ortamında, acı verici sufli duygular, latif duygular haline gelir.

Bana en zor gelen, diğer insanlara göre ayrıcalıklı bir varlık olduğum kanısını terk etmekti.

Geçicilik aleminin bilincimizde biriktirdiği hatıralar, zamanın aslında olmayan öncesini; ölümden kaçmak için türettiğimiz günlük arzu, istek ve eğilimlerimiz ise tasavvur ettiğimiz zamanın sonrasını oluştururlar. Böylelikle suni bir şekilde hayaller üzerinde temellendirilen bir zaman kavramı ortaya çıkmış olur.
...

5 Kasım 2011 Cumartesi

Hekimlik

Kainatta var olan her şey, Allah ( c.c.)’ ın sonsuz sanatının birer numuneleridir. Atomdan evrene, canlıdan cansıza, saniyede yüz milyonlarca kilometre yol alan ışıktan milyonlarca yıldır yerinden kıpırdamayan bir taşa... Bizim sayılarımızın saymakta aciz kalacağı kadar çok mükemmellik, O’nun sanatının yüceliğini, eksizliğini ve mükemmelliğini de sergiler. Biz insanları yaratarak gösterdiği sanatını, bizi yaşatıp, belli bir düzende hayatımızı devam ettirerek de gösterir. Bize kader kaydıyla vermiş olduğu görevler de O’nu anlatır. Kuranı kerimde bizi farklı farklı yarattığını bildirir. Dilimiz, ten rengimiz, kültürlerimiz farklıdır, toplum içinde yüklendiğimiz görevler de öyle. Amirinden memuruna, işçisinden patronuna her kişi, bu akıp giden düzenin bir parçasını oluşturur. Herkes toplumun bir ihtiyacını karşılayarak hem kendi rızkını kazanış, görevini yapmış olur, hem de o düzenin bir dişlisi olmuş, üzerine düşen vazifeyi yerine getirmiş olur.
Hekimler, Allah ( c.c)’ın hastalara şifa vermesinin bir vesilesidir. Nasıl ki fizik, kimya, astronomide kurallar varsa, tıpta da Allah (c.c.)’ın koyduğu kurallar vardır, hekimler de bunları bulup hastalıkları gidermeye çalışırlar. Bu, işin belki ilim kısmıdır. Allah ( c.c.) işini güzel yapanı sever. Peygamberimizin tavsiyesi de işinin ehli olmak ve o alanda, faydalı yeni şeyler bulmaya çalışmaktır. Bu işi yaparken, yaptığını dünyalık karşılığında değil de, Allah (c.c.) rızası için yaptığının bilincinde olunmalıdır. Ayrıca, sonsuz bir sanatı da seyrettiğinin farkında olmalı ve bundan zevk duymalıdır.
Hekimlerin işi sadece kitapla, tıp ilmiyle sınırlı kalmaz. Diğer yandan sürekli insanlarla muhatap olmaktadır. Hem de öteki mesleklerin çoğundan daha fazla. Sadece insanla muhatap olunmaz daha da açmak gerekirse, hastayla... Bu yüzden, insan ilişkilerine bilhassa dikkat etmelidir. En azından bir güler yüz, bir tatlı dil, bir gönül alma becerisi lazım gelir. Gelen hasta, sadece sağlığı bozulmuş insan demek değildir elbette. Sağlık nimetinin azalması, gönlünü de yaralamıştır. Sadece ilaç vermekle değil, güzel söz söyleyerek, gönlünü alarak da tedavi etmek gerekir.
Gönlü kırık insanların duasını almak, arayıp da bulunamayacak bir nimettir. Hekimlerin bu yönden kısmetleri çok açık mı diyelim... Öyle mi? Bu nimeti gören, diğer yandan devası olan bir hastalıktan dolayı inim inim inleyenin vebalinin altına girmiş olmaz mı? Hastaneye tedavi olmaya gelenlerin, geldiklerinden daha bitkin, kederi kat kat artıp elde ettiği sadece bir reçeteyle dönmesinde mesuliyet almış olmaz mı? Tedavi ettiği binlerce hastanın arasından bir tanesinin bile olsa, tedavisini yanlış yapsa, nasıl verecek hesabını? Bir taraftan, bir hastalıktan muzdarip olunurken, araştırmasa o hastalığı, tedavi yolu bulmaya çalışmasa ne mazeret sürecek... Önce hastasına ne diyecek? Ona diyecek bir şey buldu diyelim. Onun sahibine ne hesap verecek...
 
İktidar sahibi olmaya benziyor hekimlik. İnsan sağlığı, cüzi iradesi sınırlarınca iktidarı dahilinde. Diğer taraftan yöneticilerin elinde ne kadar çok iyilik etme imkanı varsa, benzer şekilde hekimlerin de Allah (c.c.) rızasını kazanması için çok fazla fırsatı var. Yeri geldiğinde bir güler yüz bile bir kalbi  kazanmaya vesile. Kalb ki... Söze ne hacet. Diğer yandan, hep diken üstünde durmak gibi. Bir öf demek, belki bir kalb incitmeye neden. Kalb ki, belki incitilmesi, onu yaratanı incitmek olur Allah (c.c.) muhafaza.
Allah (c.c.) insana kaldıramayacağı yükü yüklemez... memlekette tüm muhtaç insanlara tedavisini sunabilmek, kaldırılamayacak yük mü? Afrika’da misyonerlerin verdiği sağlık hizmetini Müslümanların vermesi kaldırılamayacak bir yük müdür? Tedavisi bilinmeyen hastalıklara çare bulmak, var olan tedavileri en güzel bir şekilde sunabilmek, Kuran’ın öğrettiği tıptan yola çıkarak bilimsel olarak sağlıklı bir insan modeli çıkarmak, peygamberimizin sağlığını anlatmak kaldırılamayacak bir yük mü?
Son olarak, bu sorulara aldığım cevabı vereyim. Allah (c.c.) insana kaldıramayacağı yük yüklememiştir. Bunun manası, zaten insan, kaldırabileceği en fazla yükü zerre eksik olmaksızın yüklenmiştir.