30 Mart 2012 Cuma

Crying Out Love in The Center of The World

"Dünyanın Orta Yerinde Aşk İçin Ağlıyorum" filmin Türkçe adı. 2004, Japon yapımı. Hani klişe romantik filmler vardır Hollywood yapımı. Hikayeleri çevirip çevirip verirler. Aslında hikayenin aynı olmasından ziyade, filmin ruhunun değişmemiş, belli bir kalıpta verilmesidir onları gözümde klişe kılan.
Film, adına playback mi ne denilen geri sarmalarla ilerliyor. Hikayenin tamamı baştan sona sıra ile anlatılmamış, parça parça geçmişten ve şimdiden anlatılıyor. Bizim esas oğlan Saku lise talebesidir. Anlaşıldığı kadarı ile biraz hayta yapıdadır. Yemeğini yerken ağzını doldurarak yer ve romantik şeylere karşı da künt tavırlıdır. Bir gün liselerine Hirose Aki adında bir kız gelir. Nasıl oldu ise bunların arasında zamanla bir arkadaşlık gelişir.
Filmin ileri sarılmış bölümlerinde gösterdiği ise, bu liseli haytanın duygusal olarak çok ağırlık ve incelik kazanmış halidir ve birşeylerden dolayı büyük hüzün içinde olduğu görülmektedir.
Eğer ki klasik Hollywood filmlerinden sıkıldı ve ağır bir filmi kaldırabilecek iseniz tavsiye ederim. Yalnız tahmin ediyorum ki genel zevke hitap eden bir film değildir, beğenmeyen de çok çıkabilir bu sebeple.
Ha, filmin sonu, Hirose Aki'nin dünyanın orta yeri diye bellediği yerde bitiyor Saku'nun gözyaşları ile...


"Ne zaman gözlerimi kapatsam gördüğüm sadece senin yüzün. Hatırladığım şey ise, koca bir ekmek parçasının ağzını doldurması ve yüzünün kahkahalarla buruşması. Ciddi ciddi soluman ve daha sonra peşinden tatlı bir gülümseyiş. Yuma adasındaki uykulu yüzün.Şimdi yanında olup yeteri kadar dokunmak isterdim. Bisiklete bindiğimizde, arkadaki sıcaklığın, benim için dünyalara bedeldi. Hayatımdaki en güzel anılar, seninle olduğum anlara ait. Benim dünyamı aydınlattın. Benimle geçirdiğin zamanlar için sana minnettarım..."

Black

2005 yapımı Hint filmi. Bebekliğinde geçirdiği hastalık sonucunda kör ve sağır kalan küçük bir kız vardır, Michelle. Duyma ve görme hisleri olmadığı için iletişimi de o kadar kısıtlıdır ki, herhangi bir eğitim alamaz, hatta nasıl yemek yeneceğini bile öğrenememiştir doğru düzgün. Michelle 8 yaşına geldiğinde artık zaptedilmesi çok zor bir hal alır, babası, onu bir enstitüye yatırmaya karar verir. Bu sırada kızın annesi, kör ve sağır çocuklarla ilgilenen bir öğretmen bulur. Kızını enstitüye vermeden önceki son çare olarak onu çağırır. Bu öğretmen kendine has yöntemleri ile kızı eğitmeye, kızın kendi dışındaki dünya ile iletişime geçecek bir yol üretmeye çalışır. Baba, öğretmenin yöntemlerini beğenmediği ve zalimane bulur ve öğretmeni kovar. Ama yılmayan öğretmen, giderayak Michelle'e ilk kelimeleri öğretir, kız hem işaret dili ile, hem de biraz sesi ile ilk kelimerini söyler. Tabii bundan sonra öğretmen işine devam eder ve üniversiteye kadar kızı götürür.
Adidasın reklamlarından sevdiğim bir sloganı vardır, "impossible is nothing" diye, insan ahmak olmadığı müddetçe harbiden de ömrü ve azmi olduğu müddetçe imkansız diye birşey yok hükmündedir. Şiddetle tavsiye ederim:)

27 Mart 2012 Salı

Symphony of Science - The Poetry of Reality (An Anthem for Science)

112'den...

Eleştiride ilk kural, doğrudan muhatabın kusurundan başlamayacaksın. Önce beğendiğin kısımları belirteceksin ve ondan sonra uygun bir dil ile gördüğün kusurları söyleyeceksin.
İkinci kural, eğer bunu topluluk için düşünürseniz, kusurlar olduğunda bireysel olarak uyarmak, iyi bir şey görüldüğünde topluca tebrik etmek gerekli. Zannederim.
Geçenlerde 112 istasyonumuzda toplantı yaptık. Bu ilk kuralı bildiğim halde uygulamadım, üzerine ikinci hatayı da yaptım. Başka yerlerde de gördüğüm hataları bunlar bunlar oluyor, dikkat edin sizde olmasın diye söyledim. Bireysel hataları da topluluğa söyleyince ortalık karıştı.
Sen acemi acemi çık yirmi yıllık adamların karşısına, şunu yapmayın, bunu yapın diye konuş. Her doğru her yerde söylenmez derler ya, nabza göre şerbet vermek derler, idare etmesini bilmek, halden anlamak filan derler ya... İşte bilmediğim şey bunlar imiş, yani bir nevi tecrübe imiş eksik olan. O da yaşanıp öğrenilecek birşeymiş işte, öyle okumayla filan elde edilecek gibi değil.
Eskiden romanlarda, R.L. Stevensonun hikayelerinde korsan gemilerindeki isyanları okurdum, şimdi ne manaya geldiğini anladım biraz:)
Bir de şunu farkettim. Bazı insanlar artık oturup düşünüyorlar mı bunun üzerine, nasıl yapıyorlar bilmiyorum ama bir konuda eleştireceğin zaman veya bir meselede savunmaya geçeceği zaman kendi iyi hallerini sayıp dökmeye başlıyor, hayret ediyorsun:) Sen ne ara düşündün bunları da anlatıyorsun şimdi. Biri beni eleştirecek olsa tutar, "Hmm, evet, bak burada haklısın, şurada bu hatayı yapmışım" derim. Tabii karşı çıktığım da olur ama öyle bir anda ben şöyle iyiyim, böyle güzel tanırlar beni filan da diyemem. Dinlemek kısmında yakın ama duyduğuna inanmak kısmında mesafeli olmak gerekirmiş.
Mesele, toplamda git-gel 2 saati bulan bir şehirlerarası hasta naklinden sonra istasyona mola vermemek konusu idi. Yoğun bir günde, dönmek konusunda acele etmiştim, bir başka şoför de beni eleştiriyor, sanki biz acele edince madalya mı verecekler diye... Sonradan çok düşündürdü bu sözü beni. İşini düzgün yapmak zaten senin görevin, bir de madalya mı bekliyorsun? Ben bugün mesai bitimine kadar bekledim, nerde alkış? Ben elimdeki çöpü yere değil çöp kutusuna attım, nerde iltifat?!!! Belki de insanların sanal aleme bu denli fazla yönelmesinin altında gerçeklikte kalitemizin düşmesi yatıyordur.

13 Mart 2012 Salı

"İNTERN" LÜK 9

Son sınıfın son stajı onkoloji idi. Çapada, Onkoloji Enstitüsü bulunmakta. Eski binalardan birinde. Giriş ve altkatında poliklinikleri üst katında laboratuarlar, daha üst iki katında da hasta odaları bulunuyor kabaca. Ama bina iki üç parça olduğu için bayağı karışık, biz bile yolumuzu zor buluyorduk başlarda.
Biraz serviste, biraz polikliniklerde durduk. Toplamda çok fazla birşey yaşamadık, rutin takiplerin bir kısmını biz yapıyorduk ve hastalar ile pek temasımız olmadı, dosyalar konusunda asistana yardımcı oluyorduk sadece.
Bu stajdan sonra seçmeli staj denilen başka bir staj vardı, iki haftalık. Ama mezuniyet vs zamanına denk geldiği için sadece bir iki nöbetler halinde gidildi, onun dışında gidilmedi. Bizden sonra da kaldırıldığını duydum zaten. Bu son aylarda artık mezuniyet, vedalaşma, fotoğraf çektirme zamanları idi.
Mezuniyet törenine katılmadım. Nedeni de o sıralar yaklaşmış olan USMLE sınavım idi. Sınava yakın Ankara'ya geçtiğim için tekrardan tören için dönmedim İstanbul'a. Hayatta bir kere olacak birşey, keşke katılsamıydım diyorum bazen ama henüz pişmanlığını yaşamadım, ilerde yaşanır mı bilmem.
Geri dönüp baktığım zaman, internlük hayatı tıp fakültesinde geçirdiğim, birşeyler öğrendiğim en güzel zamanlardı. Belki diyeceksiniz, o kadar çok yakındığın mevzu olduğu halde böyle konuşuyorsun diye. Benim yakınmama sebep olan, yapılabileceği ve çok büyük yarar sağlayacağına inandığım şeylerin yapılmamasıydı. Çok daha iyi bir eğitim sunabilecek iken, neden daha azı ile yetiniliyor? Neden insanlar kendi kendilerine eziyet ediyorlar, kendilerinin veya çalışanlarının işlerini zorlaştırıyorlar, buna anlam veremiyorum.
Geçenlerde diş hekimi bir arkadaş ile sohbet ederken, Türkiye'de üniversite sınavlarında yüksek puan alan öğrencilerin hep mühendislik, tıp gibi alanlara gidip ara eleman olduklarından, yönetici olanların daha az zeki olduğundan ve bunun acısını çektiğimizden bahsetti. İşin zeki olmak olmamak boyutuna girmeden, sadece şu pencereden bakarak konuşmak isityorum; hakikaten bu ülkenin iyi bir siyasalcıya, iyi bir tarihçiye vs ihtiyacı var. İnsanlarımız boşu boşuna bir yarışa sürüklenip yüksek puan almanın sonucunda belki kendi istemediği bir mesleğe sürüklenip mahkum olabiliyor orada. Hani derler ya parası ile rezil olmak diye, bu da bir nevi kafası ile rezil olmak bence. Ne istediğini iyi tartıp düşünmesi lazım insanın. Biz lisede iken, okulun en parlak zekalarından üç arkadaş sayısalı bırakıp eşit ağırlığa geçmişlerdi de okulda kıyamet kopmuştu, bir nevi deli gözü ile bakmışlardı onlara. Akıllı olmak illa ki mühendis doktor olmak değil ki. Hangi işte iyi olacağına, mutlu olacağına inanıyorsa onu seçmeli insan. Hem kendi, hem de ülkesinin yararına. Üniversite sınavında birinci olan kimse, istiyorsa konservatuara gitsin, istiyorsa deniz ürünleri bilimlerine, tarihe, güzel sanatlara, at yetiştiriciliğine... Nerede mutlu ve başarılı olacağına inanıyorsa oraya gitsin ki, gerçekten alanında başarılı insanlar yetişmiş olsun. Üniversite 1. sınıfta bir hocamız anlatmıştı. Kendi ve eşi tıp fakültesinde profesör. Çocukları varmış bunların, güzel sanatları istiyormuş. Anne baba da tıp okumasını istiyorlar. Çocuk sınava çalışıp tıp fakültesini kazanıyor. Sonra tıbba yazılmıyor, güzel sanatlara hazırlık kursuna gidiyor. O zaman anlamış anne babası hata yaptıklarını.
Neyse, sözü daha uzatmayayım. Yaklaşık 8 ay oldu mezun olalı. Geri dönüp baktığım zaman keşke daha fazla çalışsaymışım, daha fazla okusa imişim diyorum. Tıp bir derya. Öğrendikçe sevilecek, bilgiye hakim oldukça keyif alınacak bir alan. Ve elbette sürekli okumayı elden bırakmamak gerek. Asit baz gibi karmaşık bir konuyu anlatan bir hocamıza bir gün, hocam dedim, okuyorum okuyorum ama sonra geri unutuyorum, ne yapmam lazım diye sordum. Hoca, kendi alanında bile bazı konuları defalarca okuyup unuttuğundan, sonra yine okuduğundan bahsetti. Sayı olarak tam aklımda kalmamış ama onlarca defa okuduğundan bahsetti diye hatırlıyorum. Bu da bir nevi teselli olmuştu bana. Anatomi dersine giren bir hocamız da, size altı sene boyunca öğreteceğimiz şey aslında sadece, ilerde bir bilgi lazım olduğunda nereye bakmanız gerektiği olacaktır, demişti.
Fransızların da güzel bir buluşları varmış kültür tarifinde bu konu ile ilgili, " Kültür, birçok şeyi ezberlemek değil,  birçok şeyi öğrenip de onları unuttuktan sonra insanda kalan bilgi hassasıdır." ( Necip Fazıl'ın bir kitabından).
Aklımda kaldığı kadarı ile tıp fakültesinin son sınıfından hatıralarımı paylaştım, sürçü lisan eyledi isek affola...

7 Mart 2012 Çarşamba

Hoca Ali Rıza'dan Hatıralar - 2

Hoca Ali Rıza'nın bir diğer güzel yönü, kendinden resim isteyenleri boş çevirmezmiş, birşeyler çizip verirmiş. Bir seferinde dilenci bir ihtiyara rasgelmiş, üstü başı perişan, kir içindeymiş adam. Adamı tutmuş hamama götürmüş, ardından üzerine temiz kıyafetler giydirerek uğurlamış.
Tefekkür etmeyi severmiş. Renkleri, bunların ahenklerini düşünerek İlahi kudreti tefekkür edermiş. Resimlerindeki o iç açıcı renkler herhalde bu düşüncenin yansıması olsa gerek ki, tatlı bir huzur veriyor insana.
Mütevazi bir insanmış, hitaplarında, kendinden bahsedecek olursa "acizleri" dermiş. Böyle güzel insanın elbet hayalleri de güzel olur. Haydar adında bir arkadaşı ile, acıkmaya müsait yerlerde aşevi kurma hayali varmış. İki üç sene önce okuduğum kitaptan aklımda ancak bu kadarı kalmış, tekrar kitabı görüp yazma fırsatım olursa daha geniş aktarmaya çalışacağım Hoca Ali Rıza Beyi...

6 Mart 2012 Salı

"İNTERN" LÜK 8

Son sınıfın sondan bir önceki stajı göğüs hastalıkları idi. Sabahları vakaya gidiyor, ardından servise ya da polikliniğe gidiyorduk. Göğüs hastalıları, nasıl ki cerrahi bilimler içinde KBB küçük cerrahi diye sınıflandırılır ise, dahiliyenin içinde küçük dahiliye diye sınıflandırılabilir. Yani hem dahili bilimdir, hem de dahiliye gibi geniş değil, daha spesifik alanda çalışır.
Hoca bakımından şanslı bir bölüm, gayet iyi hocalar bulunmakta. Orhan hoca bunların başında geliyor. Aynı zamanda Toraks Derneğininde başkanı bildiğim kadarı ile. Babacan bir tavrı var, uzun boyu ve dinçliği ile karizmasını da muhafaza etmekte. Beşinci sınıftaki stajımızda Zeki hoca da vardı ama Has Partinin İstanbul'dan milletvekili adayı olması nedeniyle görevden bir müddet uzaklaşmıştı. Beşinci sınıfta iken, Orhan hoca ders anlatıyordu, kapı açıldı, Zeki hoca kafasını uzattı oradan. "Çocuklar, bu hocanın anlattıklarına inanmayın, ben az sonra size doğrusunu anlatacağım" deyip kapıyı kapattı:) Muzip bir hocaydı anlayacağınız, derslerimiz ve pratik uygulamalarımız hep zevkli geçmiştir.
Servis çalışmalarında yaptığımız pek birşey yoktu. Asistanların çalışmalarına yardımcı oluyorduk, bazen yeni hasta yattığı zaman onun anamnezini alıyor, bazen kan gazı ölçümü için aşağıdaki laboratuara inip çıkıyorduk. Stajın başında, kendi aramızda iş paylaşımı yapalım dedik. Böylece haftada bir iki gün, derslerden arta kalan vakitleri kendimize ayırıp ders çalışmayı planlıyorduk. Esen Kıyan adında bir hocamız var. Kanaatimce iyi bir hocadır, fakat ismi öğrenciler arasında bazen ürküntü yapabiliyor. Aslında bunun nedeni de, yine kendi kaytarmamızdan da, neyse:) İşte yine böyle bir iş paylaşımı yaptığımız sırada, ben kütüphaneye gidip ders çalışıyordum. Bir ara göğüs binasının oradaki kantine çay içmeye çıktım. Servisteki arkadaşlar telefonla aradı, Esen hoca gelmiş, bizleri sormuş, odasında bekliyormuş. Koşa koşa gittim odasına, kantine çıktığımı söyledim, kızmadı, oradan servise çıktım. Peşimden gelen arkadaş da aynısını, ondan sonra gelen de aynısını söylemiş, tabii arada üçer beşer dakka var. En son bir arkadaş kaldı, aradan da artık onbeş yirmi dakika geçti, belki yarım saat... Hepimiz merak ediyoruz hoca bu arkadaşa ne yapacak diye. Sonunda arkadaş hocanın odasından çıkıp servise geldi. Ne yaptın diye sorduk. Dekanın yanındaydım demiş:) Arkadaş yıllık komitesinde idi, ondan dolayı bazen toplantıları oluyordu, herhalde oradan aklına gelmiştir bahanesi.
İnsanın nefes alıp vermesi zorlaştığı zaman, çok stresli oluyor. O yüzden, göğüs hastalıklarında yatan hastaları da öyle görüyordum. Genelde KOAH hastaları yatıyordu. Astım hastası, akciğer kanseri olmuş hastalar da vardı.

Poliklinik, belki de 6. sınıftaki en zevk aldığım yer oldu. Çünkü, orada hoca bize ayrı bir oda veriyor, hastaları siz görüyor, hocaya anlatıyor, sonra da hocanın tavsiyesi doğrultusunda gerekli tetkik tedavileri yapıyorduk. Mesleki olarak beceri kazanmak, hasta ile doktor olarak ilişki kurmak gerçekten güzel ve tatmin edici idi. Hastalarla konuşuyor, muayene ediyor, gerekirse tavsiyelerde bulunuyorduk. Ama çok uzun sürmedi tabii bu, keşke diğer stajların hepsinde de bu imkan verilebilse.
Velhasıl, son sınıfın en verimli geçen stajlarından bir oldu göğüs. Dahili bir branş düşünen ve aynı zamanda biraz da spesifik çalışmak isteyen kimseler için oldukça ideal bir yer.

5 Mart 2012 Pazartesi

"İNTERN" LÜK 7

Psikiyatri de 1 ay geçirdik. İlk gün kuralar çekildi, Alp hocanın internü olarak servis çıktı kurama. Her sabah hoca gelmeden servise çıkıyor, hocanın hastaları ile görüşüyorduk. Hoca vizitte bazen hastaların durumunu bize soruyordu. İlk başlarda epey tedirginlik vardı, bir psikiyatri hastası ile nasıl iletişim kurulacağını bilmiyordum. Düzenli takip edeceğim bir hasta vardı, ağır depresyon vakası. Sabahları gittiğimde yatakta oluyor, konuşmak istemiyordu. Duygusal olarak pek tepki vermiyor, çok donuk bir ruh hali vardı. Biraz konuşmak istediğimde, nazikçe canının hiç konuşmak istemediğini söylüyor, ben de mecburen daha başka birşey soramıyordum. Dosyasını okurken emekli sınıf öğretmeni olduğunu öğrendim. Kendi sınıf öğretmenlerim geldi aklıma ilkokuldaki. Çok severdim öğretmenlerimi, sağolsunlar üzerimde çok büyük ilgi ve emekleri vardır, hala hayırla yad ederim. Sınıf öğretmeni olması hasebiyle daha ilgi duymaya başladım. Ertesi gün yine konuşmak istediğimde gene konuşacak vaziyette olmadığını söyledi. Emekli sınıf öğretmeni olduğunu öğrendiğimi söyledim, kendi öğretmenlerime olan sevgimden bahsettim, konuşmak istediği zaman konuşabileceğimi söyledim. O gün birşey konuşmadı fakat gözlerinin canlandığını gördüm öğretmenlikten ve öğrencilerden bahsederken... Ertesi gün ve ilerleyen günlerde konuşmaya başladı. Halini kısa kısa anlatıyordu. Hoca, hastayı bahçede gezdirmemi söyledi. Bahçe dediğim, Çapanın hastanesinin bahçesi, binalar dışında kalan alanı. Hergün gelip geçerken hissettiğim o telaşlı ortam, görülen koşuşturmaca, stresli hava, hasta için belki de kurtulduğu kapalı alandan sonra mesire yeri gibiydi. Biraz dolaştık, dermatolojinin önündeki hastaneyi yukardan gören güzel bir yer var, oturacak banklar da vardır orada. Pek kimse bilmediği için kalabalığı da yoktur, oraya çıkıp oturduk, sohbet ettik. Dertlerini anlattıkça anlattı, oturup dinledim. Anladığım kadarı ile şimdiki sıkıntısının çoğu yalnızlıktan kaynaklanıyor, kafeste hayvan tutmayı uygun görmediğim halde, evcil hayvan almasını tavsiye ettim. Bir de çiçek filan dikerse onlarla meşgul olabileceğini söyledim. Psikiyatride yeri var mıdır yok mudur bilmem ama aklıma yalnızlığını giderecek başka birşey gelmedi. Bizim stajın bittiği günlerde o Hocahanım da taburcu oluyordu.
Psikiyatride daha başka hastalar da vardı, geçirdiği kaza sonucu kişilik değişikliğine uğramış biri, alkol bağımlısı, kullandığı zayıflama ilaçları sonrasında psikotik rahatsızlığa yakalanan... Herbiri ayrı bir dünya. Bir hasta vardı, neden yattığını tam hatırlayamadım şimdi, hoca o hasta ile konuşurken laf arasında hastanın esrar içtiği geçmişti. Şaşırmıştık, genç bir evhanımı idi hasta. Nerde içtiğini sorunca hoca, komşu hanımlarla misafirlikte birlikte içtiklerini söylemişti. Hoca, sizin orada esrar mı ikram ediyorlar misafirlikte diye takılmıştı.
Genel olarak psikiyatriyi sevdim. Ama şurası bence muhakkak ki, diğer hiçbir bölümde olmadığı kadar hocadan hocaya farkediyor. Yani ters bir hocanın altında psikiyatri asistanlığı yapmak tam bir eziyet olabilir.
Her ne ise, psikiyatriden kalan hatıralardan bi tanesi de sabahları vaka toplantısından sonra, hoca vizitinden önce kantine çıkıp arkadaşlarla yaptığımız simit çay keyfiydi. Bahar, yaza dönerken sabahları da bir başka güzel oluyordu hani...