26 Nisan 2012 Perşembe

Okunmayacak Kadar Uzun Dert Yazısı...


Çapa adıyla bilinen fakültemiz, ülkemizin en köklü tıp fakültesidir. Kuruluşundan bu yana yüzyıllardır bu ülkeye çok kıymetli hekimler, bilim adamları yetiştirmiş olan fakültemiz, son yıllarda bürokrasi ve maddi olanaksızlıklardan dolayı çok büyük sıkıntılar içindedir. Bunları sizinle paylaşmak ve fakültemizi tekrar ülkemize en iyi şekilde hizmet etmesini sağlamak istiyoruz. Öncelikle sıkıntılarımızı başlıklar halinde kısaca, resmiyete girmeden samimi bir şekilde aktarmak istiyoruz:
En başta, binalarımız çok eski ve fiziki şartlar açıdan çok kötü bir vaziyettedir. Ülkemizde son yıllarda yapılan tıp fakülteleri ile kıyaslanamayacak kadar eski binalarda hizmet vermeye çalışmaktayız. Genel cerrahi monoblok binası on üç katlı bina olup fakültemizdeki en büyük binadır. İçinde 8 servis ( yatan hasta ) katı, 1 öğretim üyesi ve dersliklerin olduğu kat, 2 poliklinik ve laboratuar katı, 1 ameliyathane katı ve en aşağıda radyolojinin bir bölümü ve yemekhanenin olduğu kat bulunmaktadır. -3 katında çok uzun, korku filmlerindeki gibi, tavanı dökülen bir koridor bulunmaktadır (  bu katta çocuk radyoloji bölümü de vardır ). Bu kattaki yemek yapılan yerden dolayı bu ve üzerindeki iki katta yemek kokularını rahatsız edecek derecede duyarsınız. Bunun üzerinde ameliyathane katı nispeten daha izole bir yerdir ve içerisinin bakımı iyidir. Yalnız yakınları ameliyat olanlar, bekleme yeri olmadığından merdivenlerde beklemekte olduğundan buradan geçmeniz bazı vakitlerde zor olmaktadır. Bunun üzerinde, -1 katında radyoloji bulunmaktadır. Burada yerleşim yine kötü olduğundan, gideceğiniz yeri bulmak için birkaç koridor dolaşmanız gerekir. Giriş katında poliklinikler mevcuttur. 2. kattan itibaren servis katları başlar. İkinci kat özel servistir, burada herkes tek odada kalır ve daha iyi bakılırlar, çünkü personel ve hemşire sayısı yeterlidir. Diğer katlarda yerine göre odalarda kalan kişi sayısı 1 kişiden 6 kişiye kadar değişebilir. Hasta odaları ve servis işleyişi hakkındaki sıkıntılara bilahere değineceğim için hastanemizin diğer kısımlarını anlatmaya devam ediyorum.
Hastanemizin ikinci büyük binası dahiliye binasıdır. Burası 9 katlıdır. -3 kardiyoloji ve diğer birkaç bilim dalının katıdır. -2  genelde laboratuarların olduğu kattır. Hasta olarak gelmiş iseniz burada en büyük sıkıntınız aradığınız yeri bulmak olur. Bir yeri bulana kadar üç dört kişiye sormanız gerekebilir ve bu bir hasta için gerçekten çok büyük bir strestir. -1 katında poliklinikler mevcuttur. Burada muayene saatleri ana baba günü gibidir. Çok kalabalık olur, yeterli bekleme yeri olmadığı için hastalar dar ve güneş görmeyen sıkıcı koridorlarda saatlerce ayakta bekleyebilmektedir. Giriş katı öğretim üyeleri ve biyokimya laboratuarı katıdır. Laboratuar ve sonuç alma bahsine ayrıca değineceğim. Daha yukardaki katlar dahiliye, kardiyoloji gibi birimlerin servis katları, ve bazı yoğunbakım, diyaliz ünitesi, hoca odalarının olduğu katlardır. Servislerde yatak sayısı 7  kişiye kadar çıkabilmektedir. Bazı odalarda yataklar paravan ile ayrılmıştır, ayrıca bu odalar küçük olduğu için yatağın yanına bir sandalye sıkıştırmakta bile güçlük çekebilirsiniz. Bir de bu odada, pencereyi bile görmeyen bir yatakta, paravanın arasında günler, haftalar, hatta aylar geçirebilen hastaların durumunu hayal ediniz. Servisten servise değişmekle birlikte genellikle odalar fiziki olarak, en temel tıbbi cihazlardan bile yoksun olabilmektedir. Bazı hasta yataklarının başında oksijen tesisatı bulunmadığı için hastaya oksijen gerektiğinde başka bir yatağın başından hortumu uzatmanız gerekebilmektedir. Ayrıca tıbbi cihazların da yeterli olduğu söylenemez. Bir EKG cihazını, kandan oksijen miktarını ölçen satürasyon cihazını başka bir servisten almanız, servisinizdeki kalp atışını takip eden monitör arızalı ise başka kattaki bir servisin monitörünü kullanmanız gerekebilir ki bu hiç de ender değil, aksine gayet sık olan bir durumdur. Hastalar için durum böyle iken tabii ki refakatçiler için sunulabilecek bir konfor da beklenemez herhalde, her gece sandalyeler üzerinde uzun vakitlerin geçmesini bekleyen onlarca refakatçi bulabilirsiniz hastanemizde. Dahiliye binasında ayrıca asansör de çok büyük bir sorundur. Yeterli sayıda ve büyüklükte asansör olmadığından hastalar ve yakınları büyük sıkıntı çekmektedirler.
Ortopedi binası yakın zamanda yenilendiği için orası hakkında diyebilecek pek bir şey yok. Ama arkasındaki psikiyatri ve nöroloji binaları için durum aynısı değil. Psikiyatri binasının en üst iki katında yatan hastalar bulunmaktadır. Doğal haliyle pencereleri parmaklı ve giriş çıkışlar denetim altındadır. Servis her ne kadar temiz ve düzenli olsa da, görünümü yetmişleri andırmaktadır. Nöroloji binasının, psikiyatri tarafından girişi her ne kadar düz ayak olsa da bodrumu andırmakta, çok kasvetli bir hava vermektedir.
 Göz, Göğüs hastalıkları binası ve onkoloji binaları hakkında söyleyebilecek pek bir şey yok, kısmen izole gibiler. Fakat onkoloji ( kanser hastalıkları ) binasının önü adeta bir sigara içme yeridir ki ironi olarak görmekteyim bunu…
Acillerin olduğu binalara gelince, acil cerrahi her ne kadar beklediğimiz düzeyde olmasa da nispeten iyi olmakla birlikte, acil dahiliye kısmı tamamen felaket diyebiliriz. Çok küçük bir poliklinik alanı mevcuttur. Burada dört asistan ve o sayıdan daha fazla öğrenci, ondan fazla hasta ve belki de yirmiden fazla hasta yakını bulunmaktadır. Yani günün kalabalık vakitlerinde kişi başı iki metrekareden daha az bir alan düşmektedir. Bu alanda acil(!) hizmetinin verilmeye çalışıldığını ve bir yakınınızın, belki de sizin seçmeye fırsat kalmadan aciz bir şekilde düştüğünüzü hayal edin… Tıbbi açıdan yeterli olup olmadığını tartışmaya açarak sizi daha fazla korkutmak istemem, çünkü kalp krizi geçirirken çalışmayan EKG cihazına burada rastlamak en kötüsü olsa gerek. Allahtan acil cerrahi EKG cihazını pek kullanmıyor, oradan alınabiliyor çalışmadığı zamanlar. Bunu bir teselli olarak gördüğümden söylemiyorum, benim de kabullenebildiğim bir durum değil. Burada çalışan doktorlara gelince, eğer gece gitmişseniz bilin ki oradaki doktor sabahın sekizinden beri hastanede görev başında, sizi belki onbeş saatlik bir çalışma maratonundan sonra karşılamakta. Ama bunca imkansızlığa rağmen, bazen hasta yakınlarının kendilerine yönelttiği haksız ithamlara rağmen canla başla çalışmaya devam etmeleri takdire şayandır doğrusu. Tamam, belki güleryüz gösteremiyorlardır ama siz de on onbeş saatlik bir çalışmanın, hastanenin eksikliklerinden doğan gereksiz onca yorgunluğun üzerine güleryüz gösterebilir misiniz bilmiyorum.
Temel bilimler binası. Burası hastaneden biraz izole gibidir. Hastalar genelde laboratuara sonuç almaya, kan vermeye filan gelirler. Hastanenin bir ucunda olduğu için ve orayı gösteren doğru dürüst tabela olmadığı için gördükleri önlüklülere sorarak yollarını bulmaya çalışırlar. Burasının eksikliği bence öğrenciler içindir. Laboratuarlar modern olmaktan ziyadesiyle uzaktır. Eğer laboratuar, bilimsel, yeni bir şeylerin olduğu yer olarak tanımlanıyorsa burasına müze denir daha çok. Ve temel bilimler, tıpta yeni bir şeyler bulmak için gerekli ve esas yol ise, fakültemizden pek bilim adamı çıkmamasında payları büyüktür diyebilirim. Ama işin doğrusu kızamıyorum da onlara. Çünkü kliniğin laboratuar işlerini yetiştirmeye öyle gömülmüşler ki, başka bir şey yapmaya haliyle vakit bulamıyorlar. Keşke bilim yapmaya yeterli zaman ve kaynağı bulabilseler.
Dekanlık, dermatoloji ve FTR binaları. Bunlar fakültenin girişinde hemen soldaki yapılardır. Geçenlerde bir kısmı restore edildiği için iç mekanı güzel görünüyor.
Amfiler, yemekhane, kütüphane… Bunlar daha çok öğrencileri ilgilendiren kısımlar. Öğrenciler, o hayal edilen kampus bahçesinden gayet uzaklar. Bunun için kimseyi suçlayamam, çünkü mekan olarak kalabalık bir semtte ve alanı dar. Fakat şikayetçi olduğum nokta, öğrenciler için gerçekten pek bir hareket kabiliyetinin olmaması. Gittikçe öğrenci sayısı artmakta ve aynı alanda sıkışmaya devam etmekteyiz. Öğlen, yemekhanede on onbeş dakikada bitmeyecek kuyruklar oluşuyor, kantinin bir güzelliği olmamasına rağmen oturacak yer bulmak bir sıkıntı. Yaz geldiğinde hava güzel olunca iki oturup muhabbet edecek olsanız, doğru düzgün yer bulamazsınız. Kütüphane, ders çalışmak için nispeten iyi, yazın serin, kışın sıcak olması güzel bir şey. Ama özellikle sınav zamanlarında oturacak yer bulmak gerçekten büyük sorun.
Park. Hastanede dışardan arabası ile gelen birinin gün içinde park yeri bulması nerede ise imkansız. Nerede ise dediğime bakıp belki bulurum deyip araba ile gelmeyin, nerede ise demek, %99 gibi bir şey. Çok sınırlı olan park yerleri ancak doktorlara yetiyor. O yüzden çoğu zaman hastanede otopark görevlileri ile hastasını araba ile getirenler arasında tartışma çıkar. Hastane dışında da park yeri bulmak çok zordur. Hastanenin altındaki caddede genelde çekiciler devriye gezer ve her seferinde de boş çıkmazlar, bir iki tane çeker götürürler. Adam hastasına mı canını sıksın, çekilen arabasına mı…

Şimdi biraz hasta yakınları açısından bakmak istiyorum. Açık konuşmak gerekirse, maalesef eğer çapada yatmak istiyorsanız çoğu zaman bir hocanın muayenehanesinden geçmeniz gerekmektedir. Eğer bir hocanın “ hastası “ iseniz, yatmak için akıl almaz kolaylık görürsünüz. Hoca asistanına bir telefon açar veya selamı ile hastayı gönderir. Bir yer boşalır boşalmaz hasta yatırılır. Serviste yatan hastalara soracak olursanız tahminim yüzde ellisinden fazlası bir hocanın muayenehanesinden geçmiştir. Hocalara fazla haksızlık yapmamak için yüzde seksen-doksan gibi bir rakam söylemedim ama gerçekte bu kadar çıksa hiç mi hiç şaşırmam. İlk olarak dediğim gibi, çapaya yatmak meseledir. İkincisi, asıl macera yattıktan sonra başlar. İlk birkaç gün o kadar şok olursunuz ki, sormayın gitsin. Anlatayım. Çapada genellikle hasta yakınlarına çok büyük iş düşer. Bir nevi ulak gibisinizdir burada. Hastanın, hastanede olmayan ilaçlarını siz alacaksınız, bunun için uzun reçete, kaşe imza prosedürlerinden geçmeniz gerekebilir ki her birini, daha önce bilmediğiniz bir yerden alacağınız düşünülürse bu işkence gibi bir şeydir. Bilmediğiniz bir şeylerin peşinde kafanızda bir ton soru ile koşturup durursunuz. Sadece ilaç değil, çoğu serviste hastanın laboratuar sonuçlarını siz alıp getirip doktora vermeniz gerekmektedir. Bazen doktor tahlil sonucunu getirmenizi ister, hastanenin diğer ucundaki laboratuara on dakikada ulaşırsınız. Bakarsınız sonuç daha çıkmamış, onca yolu geri dönersiniz, sonuç çıkmamış dersiniz. Bazen konsültasyon götürmeniz istenir başka bir servise, o kağıdı götürürsünüz. Bu konuda canımı gayet sıkan bir mevzu da var. Çocuk hematoloji, yani kan kanserlerinin olduğu serviste sadece anneler duruyor refakatçi olarak. Servisin dışında da ailelerin yakınlarından biri, galiba sırasıyla duruyorlar, sırf bu işler için bekliyor. Yani senenin üçyüzaltmışbeş günü bir insan, o kapıda nöbet tutuyor yaz kış. Halbuki, bilgisayar ağından girilip istense bu konsültasyon, bunların hiçbirine gerek kalmaz, daha sonra çözüm önerilerini sunarken bahsedeceğim. Hasta yakını iseniz, genelde yatacak yeriniz yoktur. Çünkü odalar genelde çok kişilik olduğu için ancak hasta yataklarına yer vardır. Yazın gece geldiğiniz zaman bahçede bankların üzerinde uyuyan çok kimse ile karşılaşırsınız. Yani kısaca, hastanede bürokrasi yüzünden doğru dürüst işlemeyen bir şey varsa, bu hasta yakınının sırtına yük olarak biner. Maalesef bu hasta yakınının da ailesi, işi vardır. Hiç yapacak bir şeyi olmasa bile bu angarya yüklenmez diye endişe edecek kimse var mıdır bilmiyorum. Mutlaka vardır ama nedense bu yıllardır böyle gelmiş, 2011 deyiz ve hala ne kadar böyle devam edecek bilmiyorum.

Hastalar açısından bakacak olursak… Hasta olmak çapada iki kat zordur. Ama önce avantajlarından bahsedeyim. Genelde gayet iyi doktorlar görmektedir sizi. Asistan bile olsalar, tedavileri hocalara danışılarak yapıldığı için aşağı yukarı kendinizi profesör tedavi ediyormuş gibi düşünebilirsiniz. Ve bu, hocaların çalıştığı diğer yerlerde size günlük binlerce liraya mal olacakken burada sigortanızla masraf karşılanır. Gerçi yine de ilaç bulunmaz, malzeme olmaz masraf çıkabilir ama bu elbet bir memorial, american hastaneleri ile kıyaslanamaz. Bunun dışında ilk etapta aklıma bir avantaj gelmemekte. Ama dezavantaj kısmına gelince… Burada gayet uzun bir liste çıkıyor. Daha önce de bahsettiğim gibi hasta olarak yatmak için, ya çok ciddi bir hastalığınız olmalı, ender bulunan bir hastalığınız olmalı veya hocanın hastası olmalısınız. Aslına bakarsanız, eğer hoca hastası olmak gibi bir durum olmasa, yani ayrıcalık tanınmasa, yine çapaya yatmak çok zor olur. Çünkü yatak sayısı belli, İstanbulun nüfusu belli. Elbette başvuranların çok az bir kısmını kabul edebilecek kapasitede. O yüzden, hocaların ayrıcalık tanımasını tasvip etmiyorum ama. hasta kabul edememesini de garip karşılamıyorum, çünkü gerçekten bir yığılma var ve herkes çapada tedavi görecek diye düşünmek de mantıksız olur. Hasta olarak en başta gelen sıkıntı, muhtemelen tek kişilik odalar olmamasıdır. Bunu da bıraktık, altı yedi kişilik odalar ne demek bu devirde??? Üstelik çapada??? Hastaların sıkıntıları derken, galibe birçoğunu hasta yakınları bahsinde anlattım. Personel sayısı yetersiz olduğu için ve bilgi sistemi etkili çalışmadığı için bir tetkik vermek, laboratuar sonucu almak, ilaç peşinde koşturmak, zaman zaman doktorlardan kendi hastalıkları hakkında yeterli bilgiyi alamamaları… Bunların her biri küçük görünebilir sizin gözünüze. Ama bir hasta için, hastalığı da zordur elbette ama, belirsizlik, ne yapacağını bilememe, nereye gidip hangi prosedür, bürokrasiyi takip edeceğini bilememe bazen tam anlamı ile işkence olabilmekte. Bunu yaşamayan bilemez. Çünkü önlükle o koridorlarda dolaşmayı biliyorum. Ve hergün dolaştığım koridorlar olduğu halde, hasta yakını olduğum zaman bana bile ne kadar iç karartıcı geldiğini biliyorum. O yüzden başlıbaşına hastanın ne yapacağını bilmesi bile bazen çok büyük bir rahatlama olabiliyor.

Doktor ve öğrenciler açısından değerlendirecek olursak… 2000li yıllarda öğrenci olarak başladığım zaman, bazen duyuyordum, doktorluğu bırakmak için erken, vakit varken bırakabilirsiniz diyorlardı. İçimden, ne konuşuyor bunlar, o kadar sınava hazırlanıp kazanıp gelmişim burayı, zaten iş işten geçmiş, kazanmışım, daha ne bırakacağım diyordum. Aradan onca yıl geçti, ne kadar haklılar imiş diyorum şimdi. Gerçi, kendi adıma konuşacak olursam yine muhtemelen aynı işkenceye katlanır okurdum diyorum ama etrafıma baktığım zaman gerçekten üniversiteye girerkenki zamanlarına dönecek olsalar muhtemelen üçte biri doktorluğu seçmezdi. Belki bu iyimser bir tahmindir, yarısı da olabilir. Ve bence bunda en büyük etken, hastanenin getirdiği gereksiz işyüküdür. Evet. Diyebilirsiniz ki, zaten yoğun hastane işleri, neden kendinize gereksiz iş yükleyesiniz diye… İnanın bunun mantık dahilinde bir cevabını bulamıyorum. Daha anlaşılır olması için size çapadaki doktorluk ve öğrencilik hayatından kesitler sunmak istiyorum.
Herhangi bir serviste çalışıyor olun. Mesela radyoloji filmi danışmanız gerekecek radyologlara. Kolay yolu, telefonla arayıp sorarsınız, hastanede çekilen filmler onların bilgisayarlarında görünürler, kolayca öğrenebilirsiniz. Eğer aradığınız zaman ulaşamazsanız mesaj bırakırsınız, müsait olunca ararlar. Çapada, çoğu zaman intern ( son sınıf öğrencisi ) doktor gönderilir. Radyolojinin olduğu binaya gidip istenilen doktorları bulmaya çalışır. Şanslı ise çabuk bulur, yorumu alıp geri döner, ki bu en azından yarım saatini harcaması demektir. Ama çoğunlukla hemen bulamaz, birkaç sefer gitmesi gerekir. Bazen doktorun işi varsa uzun müddet beklemesi gerekir, ondan sonra yorumu alır, saatleri gider, veya defalarca gittiği halde eli boş da dönebilir. Fakat bu, sadece internün canını sıkar, asistan doktorlar da öyle yetiştiği için pek aldırmazlar. Sanayide dayak yiyen çırak usta olunca dayak atar misali bu düzen böyle sürüp gider. Doktor takımından genelde bu gibi angarya işlerin yıkılabildiği kadarı interlerin üzerine yıkılır. Zamanın boşa harcanmasına pek ehemmiyet verilmez, önemli olan kendi işinin görülmesidir sonuçta. Asistan doktorlara gelince. Onların, intern doktorların üzerine bu şekilde gereksiz iş yükü bindirmelerine de çok kızmamak gerekir, çünkü zaten kendileri başlarını kaşıyacak fırsat bulamazlar. Aynı şekilde bir sürü, hasta tedavi etmek ile ilişkisi olmayan işlerle o kadar yorulmuşlardır ki,,, Hastanede bir ilaç olmaz, bir sürü prosedür ile ilaç getirtmeye çalışırlar. Çoğu yerde sekreter olmadığı için sekreterlerin yapacağı bilgisayara tetkik girme işleri, laboratuardan bir şeyler isteme, bizim laboratuarlarda tetkik malzemesi kalmadığı için hastaları başka yerlere sevketme vs… gibi işlerden dolayı gün içinde sakin oturdukları görülemez nerdeyse. Bir de nöbetleri eklerseniz ve nöbetin ertesi günü çalışmaya devam ettiklerini düşünürseniz… Biliyor musunuz, doktor olarak bizleri çapada asıl yoran şey hasta tedavi etmek, işe yarar bir şeyleri yapmak değil. Personel yoktur, hastanın BT ye gitmesi gerekiyordur, hastayı on kat aşağı indirip beş dakika mesafedeki yere götürmek, geri getirmek yormaz bizi. Asıl yoran, can sıkıcı gelen serviste basit bir aletin olmadığından dolayı bir üst kattan o aleti istemek. Asıl yoran, laboratuarda kit olmadığı için başka bir fakülteyi aramak zorunda kalmak. Asıl yoran doktorluktan başka yaptığımız bu şeyler. Çocuk binasında akşamdan sabaha kadar hasta bakıp sızlanmam. Ama bir serviste şeker ölçüm aleti olmadığı için karşı servise geçip onu almak canımı sıkıyor. Nöbetin, koşuşturmanın yirminci saatinde ameliyata girip ayakta uyanık kalmaya çalışmaya sızlanmıyorum. Ama çocuk acil müşahede kısmında şeker ölçüm cihazı olmadığı için ince tüpe aldığımız kanı götürüp içerde, yoğun bakımda masaya sabitlenmiş şeker ölçüm cihazının içine üflemeye kızıyorum. Hastanede kana asla eldivensiz dokunmadığımız halde, içinde kan olan bir tüpün bir ucundan üflemeyi sağlık açısından son derece riskli buluyorum ve bunun da çapada yaşanıyor olmasını hazmedemiyorum.

Hocalar açısından… Öncelikle belirtmem gerekir ki, her ne kadar kızgın olsam da, mükemmel hocalarımız var. Hepsi olmasa da, çoğu hoca gayet iyi. Bazılarına hayranlık duymamak elde değil. Türkiye şartlarına rağmen bilimsel çalışma yapmaya gayret eden, Nature gibi dergilerde makaleleri çıkan hocalarımız var. Belirtmem gerekir ki, öyle bir dergide makale çıkarmak, tüm imkanlar elinizde iken bile zor iken, ülkemizden çıkarmak o zorluğun on mislidir. O yüzden çok büyük saygı duyduğum hocalarımız var. Diğer yandan sadece bilimsel açıdan değil, klinik tecrübe olarak da derya olan hocalar var. Başka bir doktorun uzun tetkikler sonucu koymakta zorlanacağı tanıyı, daha hasta konuşmasını bitirmeden koyabilecek hocalarımız var. Çok iyi niyetli, sabırlı, daha genç yaşında doktorluğu hakkı ile yapan asistan doktorlar var. Bunların hakkını hiç yiyemem. Hocalar yönünden şikayetim, bu sorunlardan gafil olmaları. Sorunları derinlemesine bildiklerini sanmıyorum ama bilmediklerini de sanmıyorum. Ama insiyatif almaktan kaçınıyorlar çoğu. Şiddetle ihtiyaç duyduğumuz değişime kapalılar, hatta buna ihtiyaç duymuyorlar da diyebilirim.
 Çoğu yaşlı kimseler oldukları için pek değişimi düşünemiyorlar. Ve şahsi kanaatim, yapabilecekleri en büyük kötülük de bu oluyor. Daha geniş manası ile şöyle açıklayayım: çapaya her sene yaklaşık 450 öğrenci alınıyor. Ve bu 450 öğrenci de aşağı yukarı ilk ikibin, belki binbeşyüzde. Yani siz, YGS sınavına göre en parlak ilk 2000 in dörtte birini alıyorsunuz. Bunlar geleceğin Türkiyesi için o kadar kıymetli ki, anlatmak mümkün değil. Ve bu parlak zekalar altı senenin sonunda bu sistemden geçtikten sonra ne hale giriyorlar onu anlatayım:
Aldığı eğitimden memnun olan üçte biri geçmez. Eğitim kısmında, öğrenciler genelde ders kitapları, bilimsel yayınlar okumaya yönlendirilmiyor, başka öğrencilerin yazdığı ders notlarından ve geçmiş sınavlarda çıkan sorulardan çalışıp ders geçmeye alıştıklarından mezun oldukları zaman genelde literatür kitapları ile çok bağlantıları olmuyor. Öğrencilikleri döneminde bilimsel çalışmaya özendirilmedikleri için mezun olacakların arasından bilimsel çalışma yapmayı düşünen yüzde beş oluyor ya da olmuyor. Bu öğrencilerin son sınıfları, doktorluk pratiği açısından çok verimli geçirilebilecek iken, mevcut sistemden dolayı vakitlerinin çoğu sekreterlik işi veya getir götür işleri gibi şeylerde harcanıyor. Şahsi kanaatim, en büyük kötülüğü, bize ufuk kazandırmayarak veriyorlar. Hayatımızın en güzel, en verimli olabilecek, heyecanla büyük idealler peşinde koşabileceğimiz zamanları mahvediyorlar ve bizi böyle gelmiş, böyle gider diye koşullandırıp mezun ediyorlar. Bunu kasıtlı olarak yaptıklarına inanmıyorum. Hocaların arasından buna karşı uğraşanlar da var ama kim uğraşmış ise bir müddet sonra o katı zihniyet yüzünden geri çekilmek zorunda kalmış. Tamgün yasası çıktığı zaman sevinmiştim, o geri kafalı hocalar gider, gençlerin önü açılır, yenilik gelir, bir tazelenme olur diye. Maalesef olmadı. Üzülerek itiraf etmeliyim ki, çapa, çoğu hocanın ikinci eşi. Ya da çapayı aldatıyorlar diyeyim, American hospital, Acıbadem, Memorial… İsimlerini duyunca bir kızgınlık geliyor içime hocaları çaldıkları için. Öğlen oldu mu, doğrudan o hastanelerin yolunu tutuyor hocaların çoğu. Dışarıda çalışmalarına bir diyeceğim yok ama çapa bu durumda, eğitim ve bilim açısından bu kadar geride iken, fiziki şartlar açısından resmen dökülür iken, gidip beşyıldızlı oteller gibi hastanelerde çalışmalarını çapa mensubu olarak aldatma olarak görüyorum ve bundan çok derin üzüntü duymaktayım.

Çözüm önerileri:

En başta fakltenin tamamen yeniden inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Mevcut binalar gün geçtikçe ihtiyacı daha da karşılayamaz duruma gelmektedir. Birimlerin ayrı ayrı yenilenmesi yerine aynı alana daha büyük ve modern binalar inşa edilmelidir. Bu yapıldığı takdirde hastalar tek kişilik odalarda kalabilir, ek olarak birçok sosyal alana yer ayrılabilir, hastanenin altını otopark yaparak park sorunu kökten çözülebilir. Yerleşim yeniden planlanarak birimler uygun yere yerletirildiği takdirde hem hastalar açısından hem de çalışanlar açısından iş yükü hafifler.  Bu öneri çok ulaşılmaz gelebilir. Ama ülkemiz gün geçtikçe daha gelişmektedir, kaynakları artmaktadır. Sadece hayırseverlerin desteği ile bile bunun başarılabileceğine inanıyorum.
Modern bir hastane sistemi kurulmalıdır. Bilgisayar ağı yenilenip raporlar, görüntülemeler
 tahliller, konsültasyonlar gibi bir çok işlem bu ağ üzernden yapıldığı takdirde çok büyük bir iş yükü ortadan kalklmış olur, doktorlar hastalarına ve eğitimlerine daha fazla zaman ayırabilir, hasta yakınları bir sürü tahlil peşinde koşmaktan kurtulmuş olurlar.
Asistan eğitmi modernize edilmelidir. Maalesef her sene birçok asistan, bu gereksiz işyükü ve eğitmden ziyade bürokrasi ile uğraşmaktan dolayı istifa etmekte, çalışmaya devam eden asistanlar arasında da memnuniyet oldukça düşük seviyededir. Hemşire, sekreter ve personel gibi çalışanların sayısı artırılarak, doktorların üzerindeki, doktorlukla ilgili olmayan işyükü azaltıldığı takdirde hem bakılan hasta sayısı, hem de kalitesi çok büyük artış gösterecektir.
Profesörler için sunulabilecek seçenek artırılmalıdır, fakülteye daha fazla zaman ayırabilmeleri için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Bu, özel hastalarına fakültede bakmak, bilmsel çalışmalar için ödenen parayı artırmak, sözleşmeli çalışmak gibi, uzmanların daha iyi bileceği çok geniş seçenekler sunularak yapılmalıdır. Sadece bir ameliyatından on bin dolar kazanan hocanın, bir ay boyunca sabahtan akşama kadar fakültede beş bin lira maaş için kalabileceği pek akla yatkın gelmemektedir. Kestirip atmak yerine akılcı bir çözüm aranmalıdır.
Öğrencilerin eğitimi yeniden gözden geçirilmelidir. Kağıt üzerinde mükemmel görünen eğitim sistemi, neden altı yıl sonunda kendine güvenini kaybedip geleceğe umutla bakmayan, idelalleri körelmiş hekimler mezun ediyor, araştırılmalı ve çözümü bulunmalıdır.
Bütün bunlar için, öncelikle, tarafsız ve modern bir denetimden geçmeli, eksikleri çıkarılmalıdır. Fiziki şartları, doktorlar ve tüm çalışanlar sıkı bir denetime tabi tutulmalı, tabiri yerinde ise külahı önümüze koyup düşünmeliyiz. Başlangıç olarak bu denetim çok önemlidir. Çünkü çapada okuyan, çalışan kimseler olarak bir müddet sonra en garip uygulamaları bile ister istemez benimsemeye başlıyoruz. Diğer yandan, çapanın içinden gelen şikayetler yıllardır gelmekte ve bu durum devam ettikçe de daha yıllarca gelmeye devam edecektir. Ve fakültede yetkili kimseler de bunları defalarca duymakta, bir müddet sonra alışmaktadır. Hal böyle olunca duruma ve şikayete alışılmış olunmaktadır. Ama objektif bir değerlendirme, belki birşeylerin değişmesi açısından başlangıç olabilir. Bunun için gelişmiş ülkelerdeki denetim kurumlarından yardım alınabilir.

Son olarak...
Bir seferinde, hematoloji ( kan kastalıkları ) dersinde, hoca PİKA diye bir konuyu anlatıyordu. Vücutta eksik olan bazı minerallerden dolayı hastalarda, yiyecek olmayan maddeleri yeme isteği meydana geliyor. Hoca duvardan dökülen sıvayı gösterip, “mesela bu çok lezzetli bir şeydir onlar için” dedi. “Bakın, böyle uygulamalı eğitimi yeni yapılan tıp fakültelerinde bulamazsınız çünkü hepsi gıcır gıcır” gibi bir ironi yapmıştı.
O kadar çok hastadan duyduk ki, burası ne biçim hastane diye, artık hiç garip gelmemeye başladı.
İnadına nefret etmemek için uğraşıyorum doktorluktan, çapadan. İyi bir şeyler olacağına inanmak için o kadar çok büyük bir inat gerekiyor ki, çoğu zaman inanamıyorum, sonra kendime kızıyorum, kendimi koyverir isem o kızdığım hocalardan farkım kalır mı?
Bazen, dua ediyorum hastaların halini görünce, Allah kimseyi bu fakülteye dşürmesin diye.
Bazen hocalara derdimizi anlatmaya çalışıyoruz, anlayan oluyor, itiraz eden oluyor, hiç konuşamayacağınız hocalar oluyor. Konuşabildikleriniz de şikayetçi ama durumun değişeceğine inanan yok.
Bazen çok sinirleniyorum sisteme, doktorlara...
Gece yatarken aklıma geldiği oluyor, dönüp duruyorum, uyuyamıyorum bir türlü.
Bazen birilerine patlamak geliyor içimdekileri.
Bazen sinirden gülüyorum. Kendi kendimizi, hastaları gereksiz yere neden yorduğumuu, neden çapayı çekilmez hale getirdiğimizi düşünüyorum, bir türlü açıklamasını yapamıyorum kendime.
Düzelir mi diyorum bu gidiş? Elbette düzelir diyorum. Çünkü bir terslik var. Elbette akıllı adamlar gelecek bir şeyler yapacak. Ya bu halinde iken düzelecek, ya da artık kırıldığı noktaya kadar gidecek, artık o kadar çağdışı kalacak ki, o kadar göze batacak ki, mecburen düzelecek. Belki hocalar da bunun farkında ama o zamana kadar emekli oluruz, bizi etkilemez diye mi düşünüyorlar bilmiyorum.
Kim düzeltecek bu gidişi? Çapada yüzlerce profesör, yüzlerce asistan doktor,  üçbine yakın öğrenci olduğu halde biz bir kısır döngüdeyiz ve senelerdir çıkamadık işin içinden. Eğer bu ülkenin iyi yetişmiş doktorlara ve modern tıp fakültelerine ihtiyacı var ise, ki kesinlikle vardır.
Not: 5. sınıfta iken, okulumun haline canım epey sıkılıyordu. Bir akşam oturup saatlerce içimi dökmüş ve bu yazıyı yazmıştım, harddiski karıştırırken buldum.

Eğer sağlık bu ise

Acaba her gün, herkesin herkesle 'ağız dalaşında bulunduğu', herkesin herkese karşı pusuya yattığı, herkesin her gün daha fazla 'ötekiler' daha fazla 'onlar' yarattığı, yarattığı az sayıdaki 'berikiler' ya da 'bizimkiler'i sürekli hipnotize ederek sözde kayırmak adına kötülük ettiği, bilinçten ve sevgiden yoksun bir toplumda adına demokrasi dahi desek, sağlıktan söz edilebilir mi? Başta bireyin kendisi olmak üzere adı, mesleği, grubu, aidiyeti, kökeni, rozeti, üniforması ne olursa olsun, hemen hemen herkesten önce kendisini, sonra da diğerlerini hasta etmeye uğraştığı ve de genelde başardığı bir ülkede sağlıktan ne kadar bahsedilebilir?
Bütünsel tıp
Bölünmüş, parçalanmış, zedelenmiş hiçbir 'bütün'ün sağlıklı olduğundan söz edilemez. Toplumu bireyler, bedeni de hücreler oluşturur. Bireyi sağlıklı olmayan toplumda ya da hücresi sağlıklı olmayan bedende "iyilik"ten söz edilemez.
Artık günümüzde hayatın her alanında olduğu gibi sağlıkta da çare, parçalarla oyalanmak yerine bütüne yönelimde aranmaya başlandı. Buna 'bütünsel tıp' deniyor. Bir başka deyişle, artık organ yerine hücreye yönelmek gerektiği savunuluyor. 'Bütünsel tıp' yaklaşımını benimseyen hekimler, artık iki yeni açılım sunuyorlar: Birincisi hastalığın değil, hastanın tedavisi, ikincisi ise hastanın tedavi edilen edilgen öğe değil, tedavi eden, 'kendi kendinin doktoru' olan etken ve aktif öğe olmasıdır. Hipokrat'ın "Yaşama biçimini değiştirmeye hazır değilsen, sana yardım edilemez" sözüyle, asıl rolün hastanın kendisinde olduğu uyarısı bugün daha da geçerlidir.
Artık hem tüm insanlığın, hem de özellikle Türkiye gibi ülkelerin insanlarının önünde duran soru şudur: Acaba insanlar hastalıktan veya ölümden korktukları için mi hekimlerin önerilerine boyun eğiyorlar, yoksa hekimlere inanarak mı onların önerilerini uyguluyorlar?
Peki hekim kendi rolünü oynuyorken ne kadar mutlu, ne kadar özgür? Şimdi nefes alan herkese sormak lazım. Doktorları istatistiklerin, primlerin, promosyonların uygulayıcılığına zorlayanlar kimlerdir? Elinde sağlık karnesiyle polikliniklerin kapısında kuyruklar oluşturarak, çoğunlukla "bedava" olduğu için doktoru ilaç yazmaya zorlayan halk mı, bugün dünyanın büyük bir bölümünde olduğu gibi, ülkemizde de sorulan "sözde sağlığın", "sanal sağlık hizmetinin" sahibi, uygulatıcısı olan çevrelerin katırını ürkütmek istemeyen hükümetler mi, yoksa uygulanan senaryodaki rolünü yapmakta seçeneksiz bırakılan görünür ve görünmez bir şekilde büyüklerinden (!) devraldığı rutini uygulamaya zorlanan hekimlerin kendileri mi? Yoksa bunların hepsi mi?
Kemoterapiye hayır mı?
Dünyayı yöneten hakim güçler, insan yaşamını daha da çekilmez bir duruma çevirmeden, Almanya'da yayınlanan aylık 'Natur&Heilen' dergisinin Kasım 2005 sayısında yayınlanan bir araştırma sonucunu yorumsuz iletiyorum: "Almanya'da doktorlara, kanser olmaları durumunda kendilerine veya sevdiklerine kemoterapi uygulanmasını isteyip istemeyecekleri sorulduğunda yüzde 90'ın üzerinde hayır cevabı alınmış."

Dünyanın en büyük nüfusuna sahip olan Çin'de artık bir özdeyiş olarak söylenen doktor tanımı inanıyoruz ki bizim için de yol göstericidir: Mükemmel doktor, insanları hasta etmeyendir. Ortalama doktor, başlaması muhtemel bir hastalığı iyileştirendir. Sıradan doktor da oluşmuş bir hastalığı iyileştirendir.
İnsanı bir makina, hastayı da bozulmuş bir makina gibi gören mekanik anlayış, elbette ki onu tamir edilmeye mahkum bir nesne olarak görecektir. Oysa Dünya Sağlık Örgütü, 1986'da Ottawa'daki 'sağlık' tanımında, sağlığı bedensel ve ruhsal olarak tam bir iyilik hali olmanın yanında, sosyal ve ekonomik olarak yeterli olmak ve ilerlemiş yaşında da kendisine yetebilmek olarak tanımlıyor. Bu tanımdan hareketle, hasta tamir edilmeyi bekleyen bir makina değil, iyileşmeyi, iyilik halini, yani sağlığı bizatihi kendisini (doktor ve diğer ilgili taraflardan yardım alarak) gerçekleştiren bir aktördür.
İnsanlık, sağlık söz konusu olduğunda kendisine giydirilen gömleği hak etmiyor. Artık insanlar, birileri kolesterolün ilaç gerektiren sınırını 200-250 mg/dl olarak belirledi diye, erişkin nüfusun yüzde 80'inin birdenbire tedavi gerektirecek düzeyde hasta olmasının mümkün olmadığını biliyorlar (Hartenbach). Kontrolsüz ve gereksiz yere kronik asidoza yol açıcı hastalıklara sebep olan tansiyon düşürme ilaçlarını alan insanlar, egzersizin, doğru solumanın, doğru beslenmenin, doğru düşünmenin ve bunları içeren bir yaşam biçiminin tansiyon yükselmesini zaten önleyeceğini ne kadar biliyor? (Hecht).
Ayyuka çıkmış sağlık sorunlarımızı çözmenin yolu, merkezi hükümetlerin dünden devraldıkları bozuk sistemi bugün daha fazla sözü edilen palyatif çözümleri devam ettirmede değil, bireyin yaşama biçimine, anlayışına, çevresine, bireyin 'kendisi olmak' bilincine saygı duyup katkıda bulunmaktan geçtiğini kavramak gerekir. Bu yol elbette sadece özgür kılmaktan öteye, onun sağlığı ile ilgilileri (doktor, hastane, çevre, finans, eğitim) özgür kılmaktan da geçer.
Yüksek teknolojinin yarattığı "electrosmoke", kötü şehirleşme, sağlıksız konut, sağlıksız beslenme, aşırı ruhsal yüklenme, stres, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik yoksunluk, küçük çıkarlar için toplumda yaratılan politik gerginlik, kötümserlik, ayrımcılık, kin, nefret, düşmanlık, kişisel çıkar hırsı gibi olumsuzluklar, bireyi de toplumu da hem etkisizleştiriyor hem de hasta ediyor.
İster Hipokrat, İbn-i Sina, Buda, isterse Yunus ya da Galen olsun hepsinin öğüdü aynı:
- Bugün sağlığa az zaman ayırmayan, yarın hastalığa çok zaman ayırır.
- İnsana kendisini unutturarak tedavi edemezsiniz.
- Genç, güçlü ve sağlıklı kalmanın yolu engin olmaktan, bedenini çalıştırmaktan, temiz hava solumaktan ve nefsine hakim olmaktan geçer.
- İnsanoğlu varolalı beri bir doktor görülmemiştir ki birisini iyileştirmiş olsun. İyileşen kişinin kendisidir. Kişi şanslıysa ve iyi bir doktora denk geldiyse eğer, o doktor ondaki iyileşmeyi başlatır.
- En iyi doktor, hastaya kendi doktoru olmayı öğreten doktordur.
- En iyi doktor doğanın kendisidir. Hastalıkların yüzde 80'ini iyi eder. Üstelik de başka meslektaşlarının aleyhine konuşmaz.
Sözümüzü Yunan filozof Demokrit'in (MÖ 460-370) sözü ile bağlayalım:
"İnsanlar Tanrılarından sürekli sağlık diliyorlar. Ama bilmiyorlar ki, kendileri sürekli sağlıklarına zorbalık uyguluyorlar".

YAŞAR YILMAZ: Dr., Kür hekimi, Natur-Med YK Bşk.
Radikal 2, 25/12/2005

Çocuk kimliği yok oluyor: Küçük kadınlar, küçük adamlar mı yaratıyoruz?

Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Bağdat Caddesi Polikliniği’nden Klinik Psikolog Özden Bademci, günümüz hayat şartlarında çocukların çocukluklarını yaşayamadıklarını belirterek “Sürekli yetişkinlerin gözetimi altında özgür yaşam alanlarından yoksun büyüyorlar.” diyor.

Şehir yaşamının ve hayat şartlarının getirdiği sorumluluklar çocukların da çocukluklarını yaşayamama sonucunu doğuruyor. Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Bağdat Caddesi Polikliniği’nden Klinik Psikolog Özden Bademci, çocukların çocukluklarını yaşayamadıklarını vurgulayarak şunları söylüyor:
“Çocukluğun alanı giderek daralıyor. Çocuklar zamanlarını çok erken yaştan itibaren kurum bakımı altında ve sürekli bir yetişkinin gözetiminde geçiriyorlar.
Bir taraftan günümüz çocuklarının konuşma ve davranışları yetişkinlerinkini andırırken ve bu toplum tarafından övgüye değer bulunurken çocukların çocukluklarını yaşayamadıkları gerçeği göz ardı ediliyor. Özellikle şehirlerde yaşayan çocuklar neredeyse zamanlarının büyük bölümünü yapılandırlmış ortamlarda geçiriyorlar. Oysa çocukluk sürecinde boş zaman etkinlikleri çok önemlidir. Çocuğun kendisinin kurguladığı, yönettiği oyunları oynaması gereklidir. Sözgelimi sokak oyunlarının çocuğun gelişimine katkısı büyüktür. Fakat şehir yaşamı bu fırsatı neredeyse tamamen ortadan kaldırır.”
Son 25 yılda ergenlerde dikkat esikliği, davranış bozuklukları, duygu durum bozukluklarında ciddi bir artış olduğuna dikkat çeken Dandul, “Bunun nedeni çocukların zamanlarının büyük bölümünü yetişkin süpervizyonu altında geçirmeleridir. Üstelik o yetişkin de anne baba değil, öğretmenler oluyor.” diyor.
Psikolog Bademci, “UNICEF’in yaptığı bir araştırmaya göre Hollanda, İskandinav ülkelerinde çocukların daha mutlu olduğu saptanmış. Çünkü bu ülkeler çocuk dostu kentler yaratmak üzere harekete geçtiler. Örneğin, çocukların okula kendilerinin yürüyerek gidebilmeleri için bir takım düzenlemeler geliştirdiler.” diye konuşuyor.

Çocukların özgür alanları olmalı
Bu konunun devlet politikası olarak görüldüğünde çözülebileceğini belirten Psikolog Özden Bademci yapılması gerekenleri şöyle anlatıyor:
“Öncelikle eğitim sisteminin gözden geçirilmesi gerek. Mesela çocukların uzun zaman geçirdikleri kurumların geniş oyun alanlarının olması lazım. Yeni yapılan bir araştırmaya göre çocuğun açık alanda vakit geçirmesi, davranış problemlerini azaltıyor. Çocukların özgürce vakit geçirip, koşturup oynayabilecekleri, doğayla iç içe olabilecekleri, enerjilerini boşaltabilecekleri ortamların arttırılması gerek.
Anne babalar, “Sen çok şanslı bir çocuksun, bak benim çocukluğumda bu yoktu. Bak senin bunların var” gibi söylemler içerisindeler. Oysa günümüzde çocuklar büyük bir baskı altındalar. Çok erken yaştan itibaren sözgelimi “sınav” gerçeği ile karşılaşıyorlar. Geçmişte çocukların daha özgür yaşam alanları vardı. Şimdi ise çocukların her alanda başarılı olmaları bekleniyor. Bale yapmalı, spor yapmalı, kitap okumalı, İngilizce bilmeli gibi… Oysa bir anaokulu çocuğunun bolca dışarıda koşup oynamaya ihtiyacı vardır.
Oyun sadece çocuğu eğlendiren bir etkinlik değil çocuğun kendini geliştiridği, ifade ettiği önemli bir deneyimdir. O yüzden anne babalar anaokulu seçerken çok pahalı programlara, çok pahalı etkinliklere bakmak yerine, çocuğun gelişime ne kadar uygun bir anaokulu diye bakmaları gerekir.”
Not: Alıntıdır, 2009 un ilk aylarında yazıldığını tahmin ettiğim bu yazının kaynağını araştırmama rağmen bulamadım.

Modern Tıbbın Gelişiminde Savaşların Rolü


  Savaşlar, ülkelerin insan kaynaklarını, yılların üretimi ile sağlanan ekonomik zenginliklerini ve kültürel birikimlerini yok eden yapay afetlerdir.

4000 yıllık yazılı tarih boyunca savaşsız geçen süre 100 yıldan daha azdır. Nedeni ne olursa olsun bir savaşta askerleri yönlendiren temel duygu, yaşama içgüdüsü ve ölmemek için öldürme zorunluluğudur. Bu nedenle toplu yaralanmalar ve ölümler, savaşların kaçınılmaz bir sonucudur. Hekimlik mesleği, insan hayatını koruma, kurtarma ve tedavi etme sanatıdır. Savaş gibi böylesine zıt bir duygu, düşünce ve olaylar dizisinin, modern tıbbın gelişimine bu kadar büyük katkısının olabileceğini görmek gerçekten şaşırtıcıdır.  

İlk düzenli sıhhiye birlikleri
Savaşların tıbba ilk katkısı, toplu yaralanmalarda kademeli sağlık hizmetinin öneminin anlaşılmasıdır.
Napoléon’un ordusunda, ilk kez düzenli sıhhiye birlikleri ve atlı arabalarla taşınan seyyar hastaneler oluşturulmuştur. Ordunun başcerrahı Dominique Jean Larrey (1766-1842) seyyar cerrahi ekipleri cephe hattına kadar yaklaştırarak ve öncelikle en ağır yaralıların taşınmasını sağlayarak, modern ambulans sistemine ve sahada ilk yardım kavramına öncülük etmiştir.
 
Kırım Savaşı – İstanbul – Florence Nightingale:
Ondan 50 yıl sonra Kırım Savaşı’nda, ilk tedavileri yapılmış yaralı İngiliz askerleri hastane gemileri ile İstanbul’a taşınmış ve burada İtalyan hastabakıcı Florence Nightingale’in öncülük ettiği ve kısa sürede bütün dünyaya yayılan modern hemşirelik bakımı ile tanışmışlardır.
 
Atlı ambulanslar ve küçük sahra hastanelerinden:
Şehir-Kasaba-Köy sağlık teşkilatına
19. yüzyılın ikinci yarısında meydana gelen Amerikan İç Savaşı’nda, Almanya-Fransa ve Osmanlı-Rus savaşlarında yaralıların tahliyesi için atlı ambulans birlikleri, ilk yardım için küçük sahra hastaneleri kurulmuştur.
Bu hastaneler, tümenlerin, kolorduların, orduların olduğu ve cephe gerisindeki kentlerde kurulu, kapasitesi ve kadrosu daha büyük genel hastanelere bağlanmıştır. Bu sistem sonraki yıllarda köy, kasaba, şehir ve büyük şehir sağlık teşkilatlarının kuruluşuna öncülük edecektir.
 

Hızlı tahliye için motorlu taşıtların ambulans olarak kullanımı:
I. Dünya Savaşı’nda hızlı tahliye için motorlu ambulanslar devreye girmiştir. Bununla birlikte, kanama kontrolü uygulanan küçük cerrahi üniteler mümkün olduğu ölçüde ön hatlardaki siperlerin içine yerleştirilmiştir.
 
Sağlık alanında tren gemi ve uçak helikopter kullanımı:
Ambulans uçaklar, içinde ameliyat yapılabilen hastane trenler ve gemiler ilk kez II. Dünya Savaşı’nda kullanılmıştır.
Kore Savaşı’nda (1950–1953) ilk defa yaralılar ambulans helikopterler ile seyyar hastanelere ulaştırılmış ve karın yaralanmalarından ölüm oranı %8,8’e düşmüştür. Vietnam Savaşı’ndaysa (1962–1974) helikopterlerin kullanılmasının yanı sıra sahada ilk yardım ve seyyar hastane konularındaki güncel gelişmeler de uygulanmış, ölüm oranı % 4,5’lara indirilmiştir.
 
 
Acil cerrahi tedavilerde tutum belirleme ve zamanlama:
Irak ve Afganistan savaşlarının tıp ve cerrahiye getirdiği en son kazanç ise acil cerrahi tedavilerde tutum belirleme ve zamanlamadır.
Son 50 yılın savaş istatistiklerine bakıldığında ölümlerin % 80’den fazlasının yaralanma yerinde, ilk yarım saat içinde meydana geldiği görülür. Güncel tedavide yeni yaklaşım, hayat kurtarıcı acil cerrahi girişimlerin (hasar kontrol, kanama kontrol cerrahisi) olabildiğince kısa süre içinde ve alanda yapılmasıdır. Bu amaçla, içlerinde bu tür girişimlerin yapılabileceği zırhlı araçlar geliştirilmiş ve ileri hat cerrahi timleri oluşturularak genel ölüm oranları % 15’lere indirilmiştir.
 
Savaşların modern tıbba en büyük katkılarından biri de yara tedavisinde olmuştur:
Savaş yaralanmalarında ölüm nedenleri genellikle erken dönemde kanama, geç dönemde ise bakterilere bağlı enfeksiyondur. İyonyalı ozan Homeros (MÖ 8. yüzyıl), İlyada destanında her 4 yaralı askerden 3’ünün öldüğünü belirtir. Bu oran 2000 yıl sonraki Orta ve Yeniçağ savaşlarında da değişmemiş, ölüm oranları İlkçağ savaşlarından kanama ve enfeksiyona karşı modern tıbbi uygulamaların başladığı 20. yüzyıl savaşlarına kadar, belirgin olarak azaltılamamıştır.
1300’lü yıllarda silahlarda barut kullanılmaya başlanmasıyla birlikte oluşan yara enfeksiyonlarının barut zehrine bağlı olduğu düşünülmüş ve yara iyileşmesinde kaynar yağ, kızgın demir kullanılmıştır. Modern cerrahinin babası olarak kabul edilen Fransız Doktor Ambroise Pare (1510-1590) ise yara tedavisinde yumurta sarısı, gül yağı ve terebentin (çam ağacı reçinesi) pansumanıyla iyi neticeler elde ederek 200 senelik süreçte etkili olmuştur.
 
“Antiseptik” ve “geniş yara temizliği” öneminin anlaşılması:
İngiliz doktor Joseph Lister’in (1827-1912) 1867’de ortaya attığı antiseptik (mikrop karşıtı maddeler) kavramı büyük bir devrim niteliğindedir.
Rus-Osmanlı Savaşı’nda Rus ordu cerrahı Carl Reyher (1846-1890) antiseptiklerle birlikte geniş yara temizliği, yani debridman kavramını ortaya atmıştır.
İspanyol-Amerikan Savaşı’nda (1898-1899) cerrahi maske ve steril (mikroplardan arındırılmış) eldiven kullanılmamasına karşın steril aletler ve antiseptik solüsyonlarla enfeksiyona bağlı ölümler azalmıştır.
I. Dünya Savaşı’nda ise yüksek hızlı mermiler, makineli silahlar, patlayıcıların neden olduğu kirli yaralanmalar nedeniyle ölüm oranları yeniden % 35’lere yükselmiştir. Penisilin, 1929’da Fleming tarafından keşfedilmesine karşın, aktif madde izolasyonu ve seri üretim sorunları nedeni ile yoğunluklu olarak ancak 1944 Normandiya Çıkarması’nda kullanılmıştır.
 
Amputasyonlar (bir uzvun ameliyatla vücuttan kesilerek alınması):
Amputasyonlar ölümcül döngüyü durduran en önemli girişim olarak Eski Mısır’dan beri bilinmektedir.  Hipokrat da gangrenöz uzuvlarda amputasyon önermiştir.
Pare, amputasyonlarda damar bağlama yöntemlerini kullanmış, Jean Petit (1674-1750) ise turnike ile amputasyon girişimi esnasında kanamayı azaltarak büyük teknik kolaylık sağlamıştır.
Larrey, Borodino Savaşı’nda bir günde 200 amputasyon yapmıştır. I. ve II. Dünya savaşlarında kullanılan tahrip gücü yüksek silahlar nedeniyle amputasyonlar tekrar artmıştır.
II. Dünya Savaşı’nda 18.000 Amerikan askerine amputasyon uygulanması, özel rehabilitasyon merkezlerinin kurulmasına neden olmuştur.
 
II. Dünya Savaşı’nda el cerrahisi-mikrocerrahi özgün bir bilim dalı olmuştur:
II. Dünya Savaşı’nda 592.000 yaralı Amerikan askerinden 89.000’inde el yaralanması tespit edilmiş ve savaş sonrası Dr. Sterling Bunnell’in (1882-1957) çabalarıyla el cerrahisi-mikrocerrahi özgün bir bilim dalı olmuştur. II. Dünya Savaşı’nda uzuv amputasyonu tüm yaralıların % 48,9’unu oluştururken, Kore Savaşı’nda bu oran % 13’lere düşmüştür.
Mikrocerrahi yöntemi ile damar tamir yöntemlerinin en yoğun olarak kullanıldığı Vietnam Savaşı’ndaysa patlama sonucu oluşan yaralanmaların çokluğuna karşın amputasyon oranı % 12,7’lere düşmüştür.
 
Şok kavramının anlaşılması I.Dünya savaşında olmuştur:
Savaş cerrahisinde önlenebilir ölümlerin yarıdan fazlasında neden, kanamadır. I.Dünya Savaşı’nın en büyük tıbbi kazançlarından biri de, şok kavramının anlaşılması olmuştur.
 
Anestezi cihazı ve anestezi tekniklerindeki gelişmeler:
Anestezi uygulamalarında hayati öneme sahip olan “hava yolu yönetimi” ve “anestezi derinliği” konularında önemli gelişmeler, ilk kez I. Dünya Savaşı sırasında Artur Buedel tarafından ortaya koyulmuştur.
İngiliz Geoffer Marshall, fizyoloji eğitimini anestezi bilgisiyle birleştirerek farklı anestezi yöntemlerinin şok üzerindeki etkisini araştırmıştır. O tarihlerde eter, kloroform ve damar yolundan verilen alkol ile spinal anestezi uygulamaları karşılaştırılmış ve farklı ilaçların birlikte uygulanabildiği ilk anestezi cihazı geliştirilmiştir.
Damar yolundan sıvıların verilmesi, anestezi cihazı ve anestezi tekniklerindeki gelişmeler ve kan transfüzyonu konusundaki gelişmelerle şok daha iyi anlaşılmıştır.  
İspanya İç Savaşı’nda ilk kan bankası kuruldu
Kanadalı göğüs cerrahı Norman Bethune (1890-1939), İspanya İç Savaşı’nda ilk kan bankasını kurmuştur. Buna karşın kan transfüzyonunun ve kan bankalarının önemi, ancak II. Dünya Savaşı’nda anlaşılmıştır. Kore Savaşı’nda kan transfüzyonu ilk kez cam şişeler yerine kolay taşınma sağlayan, kırılmayı önleyen, daha iyi karışımın sağlandığı plastik torbalarla yapılmıştır.
 
Kemik kırıkları teşhisinde, merminin çıkarılmasında… X-ışınları:
Savaş yaralanmalarının % 75’ini uzuv yaralanmaları oluşturur. Bunların 1/3’ünde kemik kırıkları vardır. Kemik kırıklarının teşhisinde, merminin vücuttan çıkarılmasında Alman asıllı Nobel ödüllü fizikçi Wilhem Conrad Roentgen’in (1845-1923) 1895’te X-ışınlarını keşfi çok etkili olmuştur.  X-ışınları, İtalya-Etyopya Savaşı’nda ve 1897 Osmanlı-Yunan savaşında kullanılmıştır.   
 
Kırıkları alçılama Kırım Savaşı’da kullanıldı
Kemik kırıklarında halen kullandığımız alçılama yöntemi modern anlamda ilk kez Kırım Savaşı’nda kullanılmaya başlanmıştır.
I. Dünya Savaşı’nda İngiliz ortopedist Robert Jones (1857-1933) yine Britanyalı ortopedist Hugh Owen Thomas’ın (1834-1891) geliştirdiği splintlerle (uzuv destekleri) uyluk kemiği kırıklarında ölüm oranını % 80’lerden % 20’lere düşürmüştür.
 
 
Kemik kırıklarında kanal içi çivi kullanımı:
Alman cerrah Gerhard Küntcher’in (1900-1972) 1940’larda uzun kemik kırıklarında uyguladığı kanal içi çiviler, esir Alman askerlerde ABD’li ve Avrupalı doktorlar tarafından görülmesine karşın bu mükemmel teknik Kore Savaşı’na kadar ABD’de hemen hemen hiç kullanılmamıştır.
Kanal içi tespit yöntemleri çeşitli modifikasyonlarla günümüzde halen en sık kullanılan uzun kemik cerrahi tespit yöntemlerindendir.
Paul Brown, elde oluşan kırıklarda, günümüzde halen sık kullanılan ve Alman cerrah Martin Kirschner’in adıyla anılan Kirschner çivilerini kullanmıştır.
II. Dünya Savaşı sonrası komplike uzuv yaralanmalı Rus askerlerinin tedavisi için, Sovyet doktor Gavriil Abramovich İlizarov (1921-1992) kendi adıyla anılan İlizarov tespit cihazını geliştirmiştir. Günümüzde komplike uzuv yaralanmalarında ve uzatma girişimlerinde bu sistem en önemli yöntemdir.
 
20. yüzyıl savaşlarında ölüm oranının azalmasında,
—alanda sağlık organizasyonu,
—erken yaralı taşınması,
—acil cerrahi girişimler,
—kan transfüzyonu,
—enfeksiyonla mücadele ve antibiyotikler,
—amputasyonlar ve şok kavramlarının anlaşılması,
—mikrocerrahi ve kemik stabilizasyonu
alanlarındaki gelişmeler önemli rol oynamıştır.
Bu gelişmeleri sağlayan en büyük neden ise savaşların kendisidir.
Yani iyi cerrahi kötü savaşlardan, günlük hayatın modern cihazları savaşların yıkıcı silahlarından ve barışın aydınlığı savaşın kızıllığından doğmuştur.
Ali İhsan Uzar-
Gülhane Askeri Tıp Akademisi Harp Cerrahisi Anabilim dalı
Ahmet Yılmaz Şarlak-
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim dalı
Ahmet Yılmaz Şarlak-


Hazırlayanlar :  merakediyorum grubu üyeleri merakediyorum@googlegroups.com
Kaynak : Bilim ve Teknik -TÜBİTAK / Aralık 2011 sayısından alınmıştır. Resim ve başlıklar yazıya eklenmiştir.

24 Nisan 2012 Salı

112'den - 4

Bugünkü nöbette şimdilik iki kez alkol vakasına çıktık. İlkinde adam ambulansa saldırdı. Polis gelip onların yardımı ile götürdük hastaneye. Orada da etrafa saldırdı. Neden götürülür sarhoş hastaneye?
1. Sağlık müdürlüğü vatandaşın tepkisinden çekindiği için
2. Elazığ gibi tutucu ( muhafazakar demiyorum özellikle, çünkü bunun muhafazakarlıkla ilgisi yok ) bir yerde, millet sokakta birini sızmış görünce rahatsız oluyor haliyle ve 112 yi arıyor. Sokağından kalksın da nereye giderse gitsin. Gideceği yer de acil oluyor, tabi sarhoş orada ayıldığında ortalığı karıştırıp bazen saldırıp bazen birşeyleri kırıp dökerek ve her zaman da oradaki hasta ve çalışanları rahatsız etmiş olarak ayrılıyor.
3. Doktorların arkasında duran yok. Ters giden bir mevzuda doktor biliyor ki arkasında kimse olmayacak hatta işverenleri de onu suçlayacak kesimde yer alacak, o yüzden kendini riske atmak istemiyor, doğru olmadığını birdiği halde bazı kararlar alabiliyor.
Ama karar verdim, bundan sonra ciddi bir tıbbi durum görmedikten sonra hastaneye götürmeyeceğim, yazık günahtır acilde çalışanlara, yatan hastalara.
İkinci vakada adam alkol alıp inşaatın altkatına düşmüş. İnip çıkarana kadar üstüm başım da çamur oldu oradaki yardım etmeye çalışan beş on kişide olduğu gibi. Ambulansa aldığımızda polis memuru ismini sordu, söyledi, doğum yerini sorduğunda gülüp alay ederek afrika dedi...
Hastaneye vardığımızda bir terörist getirmişler, çatışmada yaralanmış.
İçim acıyor. Ne hale düştük. Şimdi bu durumlara düşürenler kıskıs gülüyorlardır köşelerinde bu memleketi...

13 Nisan 2012 Cuma

Fırıncı

Bugün yağlı ekmek almak için fırına gittim. Elazığ'da yağlı ekmek dedikleri birşey var, yağlı, pide ekmeği gibi ama ondan biraz küçük ve ince oluyor, sabah kahvaltılarında çay ve peynirle güzel gidiyor. Velhasıl, gittiğim fırında yağlı ekmek kalmamış. O zaman normal pide ver dedim fırıncıya. İki tanesini poşete koyup uzattı. "Yakınlarda başka fırın var mı?" diye sordum, bir de oraya bakmak istiyordum yağlı ekmek için. "Şu tarafta bir de şu yönde var." diye tarif etti. Sonra, "İstersen ekmeği de oradan al." dedi, "Şimdi elinde bu ekmekler ile girmen..." dedi, "Anladım." dedim. "Yanlış anlama, ben satmak isterim ekmeğimi ama o fırına elinde ekmekle girmen..." dedi. Başkasına ayıp olmasın diye kendi ekmeğini satmaktan vazgeçebilecek kimselerin bulunması çok memnun etti beni. Elazığ'da Abutahir Fırını bunu yaşadığım yer. Bundan sonra mümkün olduğunca oradan almaya çalışacağım ekmekleri:)

112'den - 3

Evvelki gün, en yoğun nöbetlerimden birini yaşadık. Gece tam biraz uzanacakken vakalar üstüste çıkmaya devam etti. Köyün birinde gebe kadının doğumu yaklaşmış, merkeze 10-15 km filan uzaklıkta. Gece bire doğru yola çıktık. Yol önce düzgün ama sonra bozuluyor. O civarlar pek tekin değilmiş şoförün söylediğine göre, o yüzden tepe lambalarını ve arka ışıkları kapatıp gittik dikkat çekmeyelim diye.
Gece, yolda, karanlığın içinde ilerlerken kendi kendime düşünüyordum ne işim var burada diye. Memleketten uzakta, İstanbuldan uzakta, hayalini kurduğum işten uzakta... Tam böyle düşünürken çiçek açmış ağaçlar gördüm yol kenarında. Bazen iki taraflı sıralanıp muhteşem bir görüntü sunuyorlardı. Gece, farların aydınlattığı, gelin gibi süslenmiş ağaçlar insana engin bir huzur ve sevinç tattırıyorlardı. İçimden dedim, bak demin düşünüyordun niye buradayım diye, aldın mı şimdi cevabını? Allah bu ağaçları bir güzel süsleyip bezemiş. Sanatını göresin diye de o gebe kadının sancılarını bu akşam vermiş, senin yolunu buraya düşürmüş. Öyle anladım yani...

3 Nisan 2012 Salı

112'den - 2

Dün akşam ilçeden helikopterle gelen bir hastayı karşıladık. Abdominal aort anevrizması rüptürü idi hasta. Ambulansa aldığımızda nabzı gitmişti. Üniversitenin aciline kadar kalp masajı ile gittik, orada da devam ettiler. Ama geri dönmedi. Henüz yeni atanmış bir öğretmen, benim yaşlarımda. İnsan genç iken ölümü pek aklına getirmiyor ama böyle kendi yaşında birinin gözünün önüne öldüğünü görünce kalakalıyor. Kimbilir o gencin de benim gibi ne planları vardı önündeki - koskocaman - hayat için. Kendi hayallerim geldi aklıma, o upuzun vadeli planlarım, bitmesini pek aklıma getirmediğim hayatım...
Bugün yine nefes alıp vermeye devam ediyorum dünkü ölen yaşıtlarımdan fazla olarak... Bir kıymet katabiliyor muyum diye düşünüyorum o alıp verdiğim nefeslere...

Sayın Mustafa Armağan, Tarihçi Aranıyor!

Sayın Mustafa Bey,
Heyecanlı ve idealist bir araştırmacı olarak görüyorum sizi. Elimdeki Kızıl Pençe kitabının başındaki yayınevinden çıkan kitap sayınız 26 olarak görünüyor. Senede 4-5 kitap çıkarmışsınız Timaş'tan. Maraş'ta Mehmet Akif'i anma toplantısında da konuşmanızı dinlemiştim, Asımın Nesli'nden ipuçları veren.
İyi, güzel, hoş da, ya Mustafa Bey, böyle kitap kitap, parça parça sunuyorsunuz tarihi.
Bir döneme ışık tutmaya çalışıyorsunuz ama hep parça parça kalıyor yaptığınız işler. Şöyle esaslı bir şekilde oturup, baştan başa vesikaları ile o dönemi aydınlatmaya çalışsanız olmaz mı? Popüler terimini kullanacağım için kusura bakmayın ama, biraz popüler tarih gibi kalıyor anlattıklarınız. Neden popüler terimini kullanıyorum, mesela Zaman'ın pazar eklerinde yazdığınız yazıların çoğu o haftalarda tartışması geçen bir konunun geçmişteki benzeri ya da kökleri. Elbet bunlar da çok emek harcanmış ve güzel yazılar ama, belli bir düzende yazsanız, o dönemin kronolojik bir tarihini yazsanız olmaz mı?
Kızıl Pençe kitabının girizgahında bahsetmişsiniz, ilerdeki araştırmacılara belki vesile olacak şeyler söylemişimdir diye. E o bahsettiğiniz tarihçi neden siz olmayasınız ki? Konulara yaklaşımınız tarihçiden ziyade araştırmacı gibi. Madem bu işe gönül vermişsiniz, keşke tam olarak tarihçi gözüyle irdeleseniz meşrutiyet ve cumhuriyet tarihini. Zira gerçekten kafamızda bir kopukluk var, Osmanlı ile Cumhuriyet arasında, Kurtuluş Savaşı ile Tek parti arasında. Tek parti ile Menderes arasında ve Darbeler arasında. Kitaplarınız her ne kadar bu alanı aydınlatmaya çalışsa da ihtiyacımızı tam olarak karşılayamıyor. Sizde çalışma azmi gördüğüm ve başarabileceğinizi düşündüğüm için rica ediyorum bunları. Muhakkak ki sürçülisan eylemişimdir, affediniz.
Not: Mustafa Bey'e mail olarak gönderdim yukarıda yazdığımı, cevabını bekliyorum...