19 Haziran 2011 Pazar

Genç Dergi

Hodgamlığın altın çağını sürdüğü devirde diğergam olmaya var mısınız???

18 Haziran 2011 Cumartesi

TIP FAKÜLTESİNDE YILLAR NASIL GEÇER?

Cerrahpaşa Tıp Fakültesindeki intern arkadaşlar bir video hazırlamışlar. Aşağı yukarı Çapa için de geçerlidir anlatılanlar. İlk seneler temel tıp bilimleri dersleri olur. Normalde kliniğe hazırlaması gereken dersler gereklidir, çok şey öğretirler ama nerede kullanıldığı öğretilmediği için, yani klinikle entegre bir eğitim olmadığı için hemencecik uçuverir. Ayrıca, genelde öğrenci notları ve çıkmış sorular çalışılıp geçilebilen bir sistem olduğundan, öğrenciler temel kitapları okumadan, işin mantığını kavramadan ezberle sınav geçerler. Klinik bilimler başladığında ise birçok hoca öğrencileri azarlar temeliniz çok zayıf diye.
Doktorluğun ne olduğu hakkında intern olana kadar hiç mi hiç fikriniz olmaz diyebilirim. İntern senesinde de aradığını bulamama çoğunluğun fikridir ama artık altı seneden sonra kimsenin geri dönmeye cesareti ve gücü kalmamış olur.
Karamsar bir tablo gibi görünüyor ama bunun değişeceğine inanıyorum. Özgür düşünen genç dimağlar bunu eninde sonunda halledecek, doktorluk zevkle yapılan bir meslek olacak. ( Biz görür müyüz diye soruyorum kendime, elbette diyorum, başka yolu mu var? - mevcut olan yol, yol değil ki.. - )



13 Haziran 2011 Pazartesi

"İNTERN" LÜK 1

6. sınıf tıp talebelerinin bir diğer ismi "intern" dür. ( okunuşu intörn olduğu için, sonradan gelen ek de lük olmakta vesselam ) Bugünlerde son günlerini yaşadığım 6. sınıftan bahsetmeye çalışacağım. İlk söyleyeceğim, 6. sınıfa kadar doktorluk hakkında nerdeyse hiçbirşey bilmiyormuşuz. İkinci diyeceğim, eğer bir fırsat verilse, harcanan altı senenin hatırı olmasa, bilmiyorum kaçta kaç insan yine tıbbı seçerdi...
Neyse, bu senenin başından başlayayım. 6. sınıf 50 haftalık bir dönem. Değişik bölümlerde staj yapılıyor, sınav yok.
Cerrahi D servisinden bir hatıra...
2010 temmuzunun 19 unda, cerrahi ile başladı macera. Beyaz takımları giyip servislere dağıldık. Bizim geldiğimizi, yeni intern grubunun başladığını gören asistanın sevinci hala gözümün önünde. Sonradan anladık tabii neden bu kadar sevindiklerini. Bir ay boyunca sabah yedi, akşam beş, ekseriyetle ayakta bir yerden bir yere koşturmakla geçti vaktimiz. İstanbul Tıp Fakültesinde, ve muhtemelen yurdumun diğer fakültelerinde yeterince hemşire ve hastabakıcı olmadığından dolayı daha ziyade ara eleman olarak kullandılar bizleri. Getir götür, pansuman ve dosya işleri birinci öncelikti. Eğitim ise üçüncü, dördüncü sırada gelen birşey oldu maalesef.
Her sabah yedide traş olmuş vaziyette gidiyorduk. Önce vizit oluyor, arkasından vizitte yazılan yapılacaklar, pansumanlar yapılıyordu. Birimiz ameliyathaneye iniyor, orada hem ameliyat seyrediyor hem de bir malzeme gerek olduğunda ona gönderiliyordu. Bazen ameliyattan çıkan parçayı bir kutuya koyup patoloji binasına gönderdikleri de oluyordu. Dışarıdan et gibi görünen parçayı kah gizlemeye çalışarak, kah açıktan taşıyorduk hastanenin içinde.
Sıcaklardan dolayı terden sırılsıklam olmuştuk. İlk hafta ikişer üçer kilo verenimiz oldu. Akşam eve dönünce ders çalışma teşebbüslerim oldu fakat yorgunluktan uyuyakaldım, bıraktım.
Cerrahiyi bitirdiğimiz gün, gözler gülüyor:)
üzel şeyler de oldu cerrahi serviste. Karadenizli aile vardı. Kızları karaciğer yetmezliğine girmiş, acilen annesinin karaciğerinin bir parçası nakil edilmişti kıza. Konuşmaları çok orjinaldi ailenin, sempatik bir aileydi, bazı diyaloglarını aramızda tekrarlayıp gülerdik. Ameliyattan sonra bir seferinde kızcağız koridorda yürümeye çalışıyor, babası da bir yandan takip ediyordu. Kız, karnındaki yaralardan dolayı öne eğilip yürüyordu. Babası, " Kızım, tik dur, tik dur " diye çağırdı:) Başka bir seferinde bu kızın karnından ufak bir hortum çıkarılıp yerine bir dikiş atılacaktı. Asistan abi önce orayı iğne ile uyuşturdu. Kız korkudan titremeye başladı, bir yandan da dokundurmak istemiyordu yarasına. Asistan, " uyuşturdum, hiç birşey hissetmeyeceksin " diyordu. Kız " hissetmiyrum ama korkiyrum" dedi:) Yine bir sabah bu ailenin odasına girdik vizit yaparken. Küçük bir televizyon koymuşlar odaya. Hani radyonun anteni kırılınca oraya tel, çatal gibi metal birşey takarlar çeksin diye. Bu televizyonun da anteni kırıktı, bir çatal takmışlar oraya. Ama plastikten:):):) Ne gülmüştük ama...

3 Haziran 2011 Cuma

sokak... çocuğu...

Dün balkonda otururken gene gördüm o çocuğu. Teni iyice güneşten yanmış, boyu biraz daha uzamış, elinde bir poşet dolanıyordu. Et satan bir dükkanın önündeki klimalarla oynuyordu. Elinde bir karton parçasını klimaya sokmaya çalışıyor, herkesin gözü önünde ama bir o kadar da kimsenin umrunda olmadığı için herkesten saklıydı sanki. Önce kartonun kenarını ağzına alıp inceltiyor, sonrasında klimaya sokuyor, tekrar çekip tekrar sokuyordu. Bir nevi oyuncak bulmuştu kendine. Bir sefer daha denedi, bu sefer kartonu bıraktı klimanın dönen pervanelerinin arasına. Ses gelmeye başlayınca da biraz uzaklaştı, dükkandakiler sese çıkıp ne olduğunu anlamaya çalışırken o da hızla sekerek uzaklaştı.
Bu çocuğu belki beş altı senedir görüyorum. İlk zamanlar bebekti daha, annesinin kucağında olurdu. Okula giden bir ara sokakta gecekondu var, herhalde orada oturuyorlardı, annesini o evin civarında, bazen karşıdaki çöp bbidonunu kontrol ederken görürdüm. Sonra biraz daha büyüdü bu çocuk, sokakta oynamaya başladı. Daha sonra bir sefer gördüğümde kafasında kocaman dikiş izi vardı, epey fena yarmış kafasını diye düşündüm. Bir seferinde, nerden bulmuşsa bir sigara bulmuş, onu yakmaya uğraşırken gördüm. Bazen geç vakitte dolandığı da olurdu sokakta.
Dün uzaktan görünce hemen tanıdım, sanki biraz daha büyümüş gibi geldi, beş altı yaşlarındadır muhtemelen...
Gece beşe doğru gene balkona çıktım. Sabah ezanları okundu biraz önce, gecenin karanlığı maviliğe dönmeye başladı. Sokaklar sessiz, ıssız... Tek tük araba geçiyor o kadar. Et dükkanının klimasından gelen ses dikkatimi çekti. İçindeki karton parçası pervaneye takıldıkça ses veriyor. Cız etti içim. Sanki o çocuk oradan feryat ediyor. Düşündüm şimdi ne yapıyordur diye... Muhtemelen o gecekonduda, rahat olmayan bir yatakta kıvrılmış, karnı belki de aç yatmış, uyuyordur. Ama iniltisi sokakta, gecenin bir vaktinde devam ediyormuş gibi geldi.
Bir bahane bulamıyorum durumuma, durumumuza... Bahanesi yok bu işin. Ne zamandan beri "bana ne"ci olduk... Ne zamandan beri "altta kalanın canı çıksın", "ben mi doğurdum, doğururken düşünselerdi", " ee, büyükşehir işte", "vah vah" cı olduk...
Karnemde insanlık namına koca bir eksi aldım gece o sesi duyunca.
( not: bu yazıyı yazarken ara sıra aklıma düşünceler geldi, bak ne güzel, gecenin bir yarısı sokaktaki bir çocuğu düşünüp üzülüyorsun ve bu yazıyı okuyanların aklına senin bu "insanlığın" gelebilir diye. Daha büyük bir eksi de bu düşünceler için )