24 Aralık 2011 Cumartesi

Hoca Ali Rıza'dan Hatıralar - 1

Hoca Ali Rıza ( 1858-1930 ) ile bir kaç sene önce tanıştım. Kalınca bir kitap vardı Hoca Ali Rıza'yı ve eserlerini anlatan, okudukça hayran kaldım. Resimleri de ayrı bir güzellikte. İstanbul'un, özellikle de Boğaz'ın muhteşem güzellikteki tablolarını görüp de hayran olmamak elde değil. Şimdilik aklımda olan birkaç hatırasını paylaşacağım.
Hoca Ali Bey, çok merhametli bir insandır. İnsan, daha doğrusu canlı sevgisi ile doludur. İttihat terakki kurulduğunda Hoca Ali Rıza'ya da teklif götürürler kendi aralarına katılması için. Hoca Ali Bey de; "bizde ölmek var, öldürmek yok" der. Tabii ki cemiyet almaz böyle bir adamı içlerine.
Çamlıca tepesine çıkıp orada resim yaparmış. Bir gün yine talebesi ile tepeye tırmanırken, yolda bir at arabasına rastlarlar. Arabanın yükü ağırdır, hayvancağız zorlanarak çıkmaktadır yokuşu. Hoca Ali Bey, talebesine "hadi bir                       el atalım" der. Resim malzemelerini arabaya atıp oradan birer çuvalı sırtlanırlar, tepeye kadar götürürler.

Hoca Ali Bey, kirada otururmuş. Taşınması gerekmiş. Bir ev bulmuşlar, ama o evi bilenler, "Hocam, bu evde çok fare vardır, sizin boyaları kağıtları kemirir. Zaten bu eve gelen kimse birkaç ay dayanabiliyor" derler. Hoca Ali Bey yine de girer eve. Aradan üç dört ay geçtiği halde Hoca Ali Bey oturmaya devam etmektedir. Etraftakiler şaşırır bu kadar dayandığına, "Hocam ne yaptın?" derler. Hoca; " Hayvancıklar aç oldukları için yermiş öte beriyi, yemini suyunu yuvalarının önüne koyuyorum, karınları doyunca benim malzemelere ilişmiyorlar" der.

Bir seferinde talebesi Süheyl Ünver'in evine misafirliğe gider yatıya. Gece böceklerden dolayı rahat uyuyamaz. Ertesi gün bir tas su ve bir de taş ister. Gece olunca gelen böcekleri, suya koyduğu taşın üzerine koyar. Ertesi sabah da ada gibi, taşın üzerindeki böcekleri bahçenin bir köşesine döker.

20 Aralık 2011 Salı

"İNTERN" LÜK 3

İntern lükte cerrahiden sonra Kadın Doğuma geçtik. Doğumhanede ve poliklinikte çalıştım. Kadın doğum, hastası çok olduğu halde diğer bölümlere göre daha az konuşulan, hasta yoğunluğunu dışarıya çok yansıtmayan bir bölüm zannımca. Elbette, kadın hastalıklarının pek konuşulmaması bunun sebebi olsa gerek. ( Muhtemel ki erkek olduğum için bana böyle geliyordur, yoksa kadınlar konuşur kendi aralarında herhalde, neyse... )
Doğumhane monoblok binasının -2. katında. Duvarları yer yer fayans kaplı, konuşunca sanki yankı yapan, basık bir ortamı var. Doğum, öyle bir kaç dakikalık iş değil, saatlerce sürüyor. O yüzden arkadaki doğum odalarında belki 10 saat bekleyenler bile oluyor. Bebeğin "dünyaya gelme" vakti gelince de doktorlar işe el atıyorlar. Anne adayının, sancısı geldiğinde var gücü ile doğum yapmaya çalışması gerekiyor. Bunun için de, sancısı geldiği zaman yanındaki doktor "ittirmesini" söylüyor. Daha doğrusu söylemek değil, bağırmak:) Anladığım kadarı ile, vakti geldiği zaman, gebenin kendini sıkarak bebeği doğurması çok önemli. Bir yandan da strese girip olanca gücünü kullanması lazım ki doğum olabilsin. Devreye burada doktorun bağırması giriyor. Değil gebe kadın, ben bile strese giriyorum:) Doğum vakti şenlik oluyor anlayacağınız. Şimdi diyeceksiniz, kadıncağız acı çekiyor, sen şenlikten bahsediyorsun diye, açıklayayım. Doğum olduktan sonra bebeği eline alıyor doktor, ilk nefesini alıp ağlamaya başlayınca bebeği annesine bağlayan kordonu kesiyor. Sonra bebeği yıkamadan kurulayıp, elbisesini giydirip annesinin kucağına veriyorlar. Annesi onu görünce, biraz önce çığlık atan o değilmiş gibi, yorgun, mutlu ve acı ifadesi filan olmadan çocuğunu kucağına alıyor. Filmin sonunu bu şekilde gördükten sonra, önceki bağırıp çağırmalara gülesi geliyor insanın, şenlik gibi demem bundan dolayı:)

Doğum vakti yaklaşmış, kontrolleri yapılan gebelere NST bağlanıyor. Bebeğin kalp atımlarını ve rahimin kasılmasını izlemeye yarıyor. Bir gebeye bunu takarken, elime tekme attı gebenin karnındaki bebek. Daha önce duyuyordum ama nasıl birşey olduğunu bilmiyordum, ben buradayım, canlıyım der gibi... Çok farklı bir histi. O gebenin dediğine göre, çocuğu ile yatarken, bazen karnındaki bebek, çocuğu tekmeleyip uyandırıyormuş:)
Kadın doğum servisinde, doğumu yaklaşmış hastalar vardı. Bu hastaların günlük takibi yapılıyormuş doğumhanede. Yani 8 ya da 9. katta kalan hastalar, -2. kata gelip bazı testler yaptırıp geri yukarı dönüyorlar. Gündüz vakti yoğun olduğu için, sabah 5 te yapıyorlarmış testleri. Gece nöbete kaldığım zaman, ben gittim gebelere aşağı kadar refakat etmeye. Servis hemşiresine isim listesini verdim, uyandırdı. Birlikte asansöre gittik. Beyaz önlükle gidiyorum, arkamda 5 tane göbeği burnunda gebe, normalde kalabalık ve telaşlı olan koridorlar bomboş, benim kafamın içi de uykusuzluktan boşalmış halde... Hala unutamadığım garip bir duygudur bu aklımda kalan.
Kadın doğumda bir süre de poliklinikte çalıştım. Bir seferinde, yabancı bir hasta geldi. Biraz ingilizcem olduğu için yardımcı olmaya çalıştım. Muayene olmadan önce kayıt yaptırması gerekiyordu, kayıt bölümüne götürdüm. Orada kayıt yapan görevli ile konuşurken, şimdi hatırımda kalmayan bir şeye gülmüştüm. Hastanın yanına vardığım zaman, hastalığının komik mi olduğunu sordu. Kendine güldüğümü zannetmiş. Durumu açıklayıp özür diledim. Demek ki hasta yanında dikkatli olmak lazım dedim kendi kendime. İnsan üzgün, kırgın durumda iken normalden daha alıngan ve anlayış bekler durumda olabiliyor. Gel gör ki, insanlardan daima mükemmel bir davranış bekliyoruz kendimize karşı. Yolda giderken biri çarpacak olsa, "kör müsün be adam" lafını hemen yapıştırıveriyoruz. Ama gel gör ki, belki o adam az önce bir yakınını kaybetti, belki maaşı yetmediği için çocuğunun isteklerini yerine getiremiyor, belki evde yatalak babası var günde üç beş kere altını temizlediği, belki... O kadar çok neden var ki, öğrenince o ettiğimiz lafa pişman olacağımız...