17 Haziran 2009 Çarşamba
Çapanın Sözlüleri
Çapada ilk üç sene vize final şeklinde sınavlar olur. Dört ve beşte stajlar olur, sınavları da staj bitiminde yapılır. Bazı dersler sadece teorik olur, bazılarında hoca karşısında sözlüye de girilir. Özellikle klinik dersler, staj sınavlarında sözlü epey önemli yer tutar sınav notunun yüzde ellisini etkilediği için. Sözlü notu, hocadan hocaya farklılık gösterir. Notlar asılınca notlara bakarak kimlerin hangi hocadan girdiği az çok belli olur. Mesela beş on kişi arka arkaya seksen doksan not alırken hemen arkasından kırkları, ellileri bol bir grup gelebilir, böylece aşağıdaki gruba malign bir hocanın geldiği anlaşılır. Malign, habis manasına gelir. Öğrenciye ısrarla düşük not vermeyi kendine vazife edinmişleri öğrenciler bu şekilde tarif eder… Tabii burada bir ayrım yapmak gereklidir. Bazı hocalar vardır ki sürekli öğrenciye yüklenir garezi varmış gibi, bunlara malign diyebiliriz. Ama diğer taraftan bazı hocalar sözlüde zor sorsa da, hatta bazıları bıraksa da malign denmez... Hoca faktörü çok önemlidir o yüzden. Yani sözlüye çalışıldığı kadar bir de malign hoca gelmesin diye dua etmek lazımdır… Sözlü hocaları açıklandığı zamanlar sınav kazanılmış ya da kaybedilmiş gibi sevinilebilir. İyi hoca gelenler sevinirken, bir kimseye eğer malign hoca gelmişse ona üzülerek bakılır, hangi hoca gelmiş diyene cevap verdiği zaman kısa bir sessizlik olur, sanki bu sessizlikte duyan kimse “geçmiş olsun, canın sağolsun, bak daha bütünlemeler var, o zaman gelmez inşallah bu hoca” der gibidir. Burada isim vermek pek doğru olmaz sanırım hocalardan. Zaten hemen herkes de bilir…
10 Mayıs 2009 Pazar
Akif Karan
Yaşlıların hastalıkları ile ilgilenen, dahiliyenin özel bir dalı olan Geriatri servisi var. Sabah pratiklerinin birinde bu serviste, profesör Akif Karan hocamız ile ders gördük. Doktorluğun zevkini tattım Akif hoca ile. Yaşlılar ile ilgilenen bir bölüm olunca derse giderken bir önyargı vardı. Kalp damar cerrahisi, aciller, kadın doğum gibi havalı yerlere bakarak neden burası seçilir diye düşünülebilir. Hasta, normalde hasta olmayacak genç biri olacak, sonra hastalığı ciddi olacak ki tedavi edince tatmin olasınız. Yaşlılar için hastalık zaten doğal süreç, tedavi etsen nereye kadar tedavi edebileceksin ki… gibi önyargılarla gittim açıkçası servise. Yaşlı bir hastamızın başında işledik dersi. Hastaya ‘bey’ ya da ‘hanımefendi’ diye hitap etmeyi öğrendik. Samimi olmak için amca, teyze gibi hitap etmekten daha iyi ve genel geçerliği olan bir hitap doğrusu, içinde saygıyı da barındırıyor, aklıma yattı. Hastamız bizim profesörlerden birine bol selam getirmiş oradan. Belki yirmi sene önce orada pratisyen hekim iken bulunmuş bizim selam getirilen hoca fakat unutmamış oradakiler. Bizim doğu insanı bambaşka… Anamnez alma diye bir şey var, hastanın şikayetlerini dinleyip şüphelendiğimiz hastalık üzerine sorular sorarak bir sonuca varmaya çalışıyoruz. Bu sırada hastamız çok uzun bir hikayeye girişebiliyor, o zaman asıl hastalığı irdelemek zor olabiliyor. Burada hastanın sözünü uygun bir şekilde kesip asıl mesele üzerine soru sormak gerekiyor. Akif hocamız bu konuda ne yaparsınız diye sordu, sözünü bitirmesini bekler misiniz diye, genel olarak beklemeyiz diye düşündük. Bir araştırma yapılmış bu konuda, sözünü kesmeden beklerseniz, sonra sorarsanız soracağınızı yirmi beş saniye fark ediyormuş sadece. O yüzden sözünü kesmememizi söyledi. Yaşlı hastalarda, normalden farklı olarak sorulacak sorulardan bahsetti hoca. İşlerini kendisi yapabiliyor mu, alışverişini yapabiliyor mu gibi sorular vardı. Kendi kendine yetip yetemediğini anlamaya çalışıyoruz, eğer bakıma ihtiyacı varsa ve bakacak kimsesi yoksa gerekli yerleri haberdar ediyormuşuz. Hasta ile konuştukça garip bir şekilde mutluluk hissetmeye başladım. Doktor olmaktan haz alıyor ve kendimi değerli hissediyordum. Nereden geldi bu his diye düşününce kaynağını buldum. Orada yatakta yatan, bir mevkisi makamı olmayan, yaşlı hastaya odaya girerkenki baktığımdan daha değerli bakmaya başlamıştım. Doktorlukta mutlu olmak için illa ki havalı bildiğimiz şeyler yapmak gerekmiyormuş, hastaya değer verince mutlu olunuyormuş, dersten öğrendiğim bu oldu.
Şeker Diyabet
Endokrin servisinde ellili yaşlarında bir hasta gördük. Bir gözü görmüyor, diğeri de yüzde on görüyor. Beş on sene öncesine kadar gücü kuvveti yerinde, o güne kadar doktor yüzü görmemiş. Kalp krizi geçirmiş, o sırada ölçülen kan şekeri yüksek çıkmış ve diyabet ( şeker ) tanısı konulmuş, sanırım altı yedi sene önce. İlaç tedavisi başlanmış. Dört sene kadar ilacı kullanmış hasta. Sonra da, ne de olsa bir şikayetim yok ve ilacın da bir faydası yok diyerek bırakmış. Öyküsü böyle… Dersten sonra hoca bu dersle alakalı ne öğrendiniz diye sordu. Sıra bana gelince, diyabetin göründüğü gibi masum bir şey olmadığını, yakalanır yakalanmaz sıkı bir şekilde tedavi edilmesi lazım diye düşündüğümü söyledim. Millet olarak ilaca ve doktorlara karşı bir önyargı var bizde. Otobüsle İstanbul’a gelirken yanımda oturan tıp fakültesinde okuduğumu öğrenince doktorlardan dert yandı, ilaca gerek olmadığını, kafadan ilaç yazıldığını söyledi. Hepsinin bir yeri olduğundan bahsettim biraz ama fazla konuşmadım, dinledim. Her hastalık için bir ilaç yerine dört beş tane gereksiz yere ilaç yazıldığını söylüyordu…
Diyabet kandaki şekerin yüksek olması manasına geliyor. Bu şekeri gerekli yerde kullanmak için insülin diye bir madde var vücudumuzda, bu yetersiz olunca gerekli yere gideceğine kanda kalıyor. Bu yükseklik de kısa dönemde bir zarar vermiyor ama yıllar içinde kaçınılmaz bir şekilde göz, kalp, beyin, böbrek gibi organlarda geri dönüşümü olmayan hasara yol açıyor. Bizim hastada da önce kalp krizi ile belirti vermiş, daha başka hasar yokken ilaca başlanmış ama gerek doktorun hastalığın ciddiyetini anlatamamasından gerek hastanın tedaviyi kendi kendine bırakması bu sonucu getirmiş… Eğitim gerek. Hepimiz bir şekilde bu toplumun bir parçası olduğumuzdan, en başta kendimizden başlamamız gerek herhalde. Doktor olarak hasta ile daha iyi bir iletişimin yolunu bulmak gerekiyor…
insülin |
8 Ocak 2009 Perşembe
BİR TIP GÖZLEMCİSİNİN NOTLARI
Lewis Thomas (1913-1993) imzalı, Tübitak’tan çıkmış bir kitap. Henüz yeni Türkçe’de, temmuz 2008 tarihli. Amerika’da yaşamış. Babası da doktor. Kitapta doktorluğun günümüze nasıl geldiğini anlatıyor. Babasının devrini düşündüğümüzde henüz tıpta hemen hemen hiçbir değişiklik olmamış belki yüzyıllardır, yani tedavi edilebilirlik açısından. Birkaç tane hastalık varmış o zamanlarda tedavisi efektif olan. Tıbbın sanat olduğu zamanlar… Anamnez, o zamanlarda şimdinin MR, BT, lab tahlilleri, mikroskopisi, serolojisi… Doktorların çantalarıyla hastaları dolaştığı zamanlarmış. Kendi de 33 de girmiş tıp fakültesine. O zamanlar doktorluk demek çok çalışmak demekmiş.
Tanı ustalarından bahsediyor kitapta. 3 ay boyunca günde 3 saat yanında bulunduğu doktorun hiç yanlış tanı koymadığını söylüyor. Bir de bu doktorların koğuşa girdiğinde daha konuşmadan kimin hastalığının ciddi, kiminkinin hafif olduğunu bilebildiğinden bahsediyor. Asistanlığı parasızlık içinde geçmiş. Kan bankasına kan verip oradan harçlıklarının bir kısmını çıkartıyorlarmış. Zaten para olsa da harcayacak zaman yoktu diyor. Hastane tüm vakitlerini almaktaymış. Otuz kişilik koğuşlardan bahsediyor. bir müddet sonra hastalar arasında samimiyet başlarmış. Öyle ki, biri diğerinin yemeğine, giyinmesine yardım edermiş.
Bir gün sıtmalı bir hasta gelmiş. Sıtma ders kitaplarından başka pek görülmeyecek durumdaymış o zamanlar. Gelen hasta da çok demonsratif olunca herkesin ilgisini çekmiş, asistanlar, doktorlar hepsi gelmiş görmeye. Akşama kadar da pek eksik olmamış gelen gideni. Akşam da ölmüş hasta. Kinin denen, sıtmalıya derhal verilmesi gereken ilacı vermek kimsenin aklına gelmemiş…
Dokunmadan bahsediyor yazar. Dokunmanın şefkat gerektirdiğinden, Şamanların tedavisinde dokunmanın yerinden. Günümüzde bunun giderek bırakıldığını, insan faktörünün yerini bilgisayarın aldığını doktor ve hasta arasında bir mesafe olduğunu ve bunun giderek arttığını söylüyor. Tıp artık ellerin dokunuşu değil, makinelerin sinyallerinin okunması oldu diyor. Doktor artık yakın bir arkadaşa ve sırdaşa daha az benziyor diyor. Eğer henüz işin başında bir tıp öğrencisi ya da intörn olsaydım geleceğimin en çok bu yönünden endişe ederdim diyor. Hastalara bakmak yerine makinelere bakmaktan kaygı duyardım ve bunu önlemek için ne yapabileceğimi düşünürdüm diyor.
Yazar, etimolojiye de meraklı. Çok ilginç şeyler çıkıyor ortaya biraz deşeleyince. İngilizcedeki error yani hata kelimesinin kökeni ers in yanlış yapmak değil, hint Avrupa dil ailesinde hareket halinde olmak manasına geldiğini söylüyor. Bunun da Latinceye errare-dolaşmak gezmek anlamında geçtiğini söylüyor. Norveççede bir şey aramak için koşmak manasına gelen bir sözcük olduğunu söylüyor. Araştırmada hatanın faydasını anlattıktan sonra demiş bunları. Paragrafa son olarak da ekliyor. Bir şeyi doğru yapmak için birçok şeyi yanlış yapmak gerekiyormuş…
2. dünya savaşında uzakdoğuda bulunmuş. Yine çalışmalarına devam etmiş, o sırada da oradaki mikroorganizmalarla ilgili serotiplendirme de yapmışlar hastalığa yakalanma açısından..
New York üniversitesinde patoloji bölümünün başkanlığına getirilmiş. Kısa zamanda güzel bir kadro kurmuş. 40 metrekarede tüm işlerini görmeye çalışmışlar. Bu sırada bir fondan 750.000 dolar bağış gelmiş. En faydalı şekilde kullanılacakmış. Tamamını araştırma yapacak öğrencilere tahsis esilmiş. Bu sistem, kitabın yazıldığı zamanlarda (90 lar) 20 kadar üniversiteye örnek olmuş. Daha sonraları New York da her kişi için 1 dolar ayrılmış tıbbi araştırmalar için.
Bir süre de rektörlük yapmış. Üniversiteyi kimsenin yönetmediğini söylüyor. Üniversite, kendi kendine yönetilirmiş. Burada yöneticinin marifeti bir şeye karışmamayı becermesi imiş. Tıp fakültelerinin gittikçe büyüyen bütçelere sahip olduğunu anlatıyor yazar. Bazı üniversitelerde tıp fakültesinin bütçesinin, üniversitenin geri kalan tüm bütçesinden daha büyük olduğunu söylüyor. Tıp fakültesi okumanın gittikçe daha masraflı bir hal aldığını, zengin olanların gidebildiğini ve öğrencilerin okumak için kredi aldığını anlatıyor. Kitap böyle sürüp gidiyor.
AZERBAYCAN NOTLARI
Bakü |
Zaqatala |
Bayramın ikinci günü sabah Zaqatala’nın halk pazarını gezdik. Fındıklar, cevizler, kurutulmuş meyveler, şekerli kabaklar, kestane gibi her neviden yiyecek vardı pazarda, epey renkliydi. Pazardan dönüşte okulun Zaqatalalı muallimlerine kurban etinden pay götürdük. Hepsi de Zaqatala’nın önde gelen münevver insanlarıydı. Edebiyat muallimi Haşim Bey’in, on iki kitabı var. Kısa ziyaretimizde çok ilginç şeyler öğrendik. Sovyet zamanında Türkiye ile tüm ilişkilerin kesildiği ve Türk adının konuşulamadığı bir devirde Nazım Hikmet gelip gidermiş Azerbaycan’a. Burada el üstünde tutulurmuş, Türk sevgisi de onunla oluşmuş o zamanlar. Haşim muallimin evinde fındık kabuğu yakan bir kalorifer sistemi var. Bir ara evin bir yerlerinden gümbür gümbür ses gelmeye başlayınca ateşin altını kısmaya kalktı. Bir de çay içerken mürebbe (bizdeki adı reçel) geldi çayın yanına. Bizdeki gırtlama gibi onlar çoğunlukla mürebbe ile içiyorlar çayı. Bana bir sebze ismi söyle, sana mürebbesini söyleyeyim derler burada. Yediğimiz mürebbeyi tahmin edemedik. Salatalık dedim ama yaklaşmışım, karpuz kabuğu imiş. Okulun diğer birkaç hocasını daha ziyaret edip bayramlaştık. Öğleden sonra kentte gezmeye çıktım. Evleri özenerek yapılmış. Kapıları, pencereleri, perdeleri işlemeli; duvarlarındaki taşlar tek tek yerleştirilip süslenmiş gibi. Sokakların her iki kenarında su yolları, ağaçlar ve sokak lambalarıyla çok hoş bir manzara veriyor. Kentin biraz yüksekçe bir yerinde kale var. Zamanında Ruslar burada iken, Şeyh Şamil, Kafkas dağlarının arkasındaki Dağıstan’dan buraya baskına gelirmiş. Dağın yamacında ormandaki bir açıklığa da, Şeyh Şamil’in oradan geldiği söylendiğinden Şamil yolu diyorlar. Kalenin dibindeki parkta yedi yüz elli yıllık çınar var. Parkın baş kısmında Dede Korkut’un
küçük bir heykeli var. Köroğlu’na sahip çıktıklarını da öğrendim daha sonradan. Sokaklarda bir başka göze çarpan şey de doğalgaz boruları. Sokakların kenarında, bazen ağaçlara asılı, bazen caddede tak gibi duruyorlar. Evlerin hepsinde geniş bir çatı var. Bazen birkaç ev aynı çatı altında, ortada da ortak bir avlu mevcut. Sovyetlerde genelde bu şekildeymiş evler. Bakü’deki dernek merkezi de aynı yapıda. Sokaklarda çok fazla insan dolaşmıyor, belki de soğuk olduğundan. Bazen birkaç kişinin konuşmaları duyuluyor, bir kahkaha sesi geliyor bir taraftan.
Şeki |
Bakü |
Qabala kentinden sonra Bakü’ye mola vermeden gittik. Altay Bey ile çok keyifli bit yolculuk yaptık. Muhabbetin koyuluğundan dört beş saatlik yol çabucak bitiverdi. Ertesi gün dernekteki ağabeylerle vedalaşıp en kısa zamanda tekrar buralara gelmek dileğiyle ayrıldık.
Azerbaycan’a giderken, bu kadar güzel bir bayram, belki de şimdiye kadar yaşadığım en güzel bayram, geçireceğim hiç aklıma gelmezdi. Böyle konuksever insanlarla karşılaşacağım, Zaqatala’nın o soğuğunda sımsıcak bir bayram geçireceğim de aklıma gelmezdi. Ak sakallı bir adamın heyecanına imreneceğim, memleketim olmadığı halde buraları ve buradaki insanları da özleyeceğim aklıma gelmezdi…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)