31 Mayıs 2012 Perşembe

112'den - 10

Doldum. Bir yerlere anlatmam lazım. Sabah ezanına çıktı müezzin. Mesele, gerçekten ihtiyacı olan acil hastaya yardımcı olmak değil, seve seve yapıyoruz onu, insan bir işe yaradığını hissediyor. Fakat ihtiyacı olmayanlara gidince kullanıldığını hissediyorsun. Bu ağırına gidiyor insanın. Çok fazla miktarda, gerçekten ihtiyacı olmadığı halde 112'yi arayıp ambulans çağıran insan var. 112 çağrı merkezindeki insanlar da her zaman ayırt edemeyebiliyor gerçekten ambulans ihtiyacı olup olmadığını, o yüzden çıkarıyor ambulansı. Ambulans ücretsiz ve herhangi bir yaptırım da olmadığı için, suistimale çok açık ve maalesef çok uğruyor. Kişilerin vicdanına kalmış bir nevi. Belki, acil görülmeyen hastalara paralı olsa, ki bunu destekliyorum, bu şekilde suistimal yapılamayacak.
Bugün o kadar kızdım ki gereksiz yere ambulansı meşgul edenlere, "İnşallah gerçekten ihtiyaç duyduğunuz zaman, sizin gibi bir başka kimse aynı sizin yaptığınız şekilde ambulansı gereksiz yere meşgul eder de, size yetişmez" diye (bed)dua edesim geldi, vazgeçtim. Çünkü geçenlerde bir hasta taşıdık, üç senedir yatalak imiş, hortumla besleniyor, çevrede olan bitenden habersiz. Nedeni de bu adam kalp krizi geçirirken ambulansın gecikmesi. Her ne kadar sorumsuz ve vicdansız davranılsa da, bu duruma düşmelerini istemem ama, en azından zarar görmeden, bunu hissetsin, o sıkıntıyı yaşasın ve anlasınlar.
Ambulansı gereksiz yere meşgul etmekten bahsediyorum baştan beri, nedir onu yazayım. Eğer poliklinik hastası ise, acile kendi imkanları ile gidebiliyor ise ( ambulansın her çıkışının devlete maliyeti 100-150 tl civarındadır, taksi parası en fazla 10 tl tutar ), bizim konversiyon dediğimiz, sinir krizi diye bilinen vakalar... Örnek olarak, psikolojik rahatsızlığı olduğunu düşündüğüm bir teyze var, hastalık hastası olduğunu da düşünüyorum aynı zamanda, tansiyonum yükseldi diye ambulans çağırır sürekli, bir ara 60 günde 45 kere gidilmiş evine. Bir başka şahıs da, Elazığ'ın en işlek caddesi olan Gazi caddesinde "bayılır". Gidip baktığımızda toparlanır, ambulansa alırız, tansiyondan dolayı bayıldığını söyler, 160 lardadır tansiyonu, ki bayıltacak birşey değildir bu, dilaltı ilacı ister. Eğer hastaneye götürmezsek, 15-20 dakika sonra, adamı bıraktığımız yere yürüme mesafesi bir civar yerden ikinci bir anons gelir ve gider bakarız gene o adam, etrafında telaşlı kalabalık, bize akıl veren, geç kaldınız diye eleştiren... İnsanlarla uğraşmak hakikaten zor. Az önce bir hastaya gittik, bir haftadır devam eden şikayetleri için, gecenin 3 ünde ambulans çağırmışlar. Madem hasta, neden 1 hafta bekledin? Koluna girip götürebiliyorsun, araban da var, neden götürmedin kendin? Hasta bağırsak kanseri imiş, acil olarak ne şikayeti var diye soruyorum, 2 senedir kanser diyor. Tekrar soruyorum acil olan ne şikayeti var diye, "kanser işte, daha ne olsun" diye cevap veriyor. Bu sefer diyorum, "anladım kanser olduğunu, acil ne şikayeti var, neden ambulans çağırdın?" diye... İnsanlarla anlaşmak zor. Çoğu zaman içine atıyor insan, bir şey diyemiyor. Bir seferinde hipertansiyon vakasına gittik, adam yürüyerek caddeye inmiş, gayet iyi görünüyor, beni hastaneye götürün diyor. Saymakla bitmeyecek bunlar, ne diyeyim...
Çözüm önerileri olarak aklımda birkaç şey var,
İlki, gerçekten acil olmayanlara ambulans ücretli olmalı. Bu suistimali epey önler sanırım.
İkincisi, hükümet sağlık politikasını tamamen hizmeti alan üzerine kurmuş durumda. Hizmeti veren kesim arka plana itiliyor, vatandaşın şikayetine çok önem verip peşine düşen hükümet, sağlık çalışanının şikayetini veya uğradığı haksızlıkları görmezden geliyor. Doktorlar arasında genel kanı şu, eğer bir olay olursa bakanlık bana sahip çıkmayacak. Devlet vatandaşına sahip çıktığı kadar hekimine sahip çıkmıyor hakikaten. Bunu gören hekim de, yaptığı her uygulamada öncelikli olarak kendini yasal korumaya almaya çalışıyor. Hasta hafifçe kafasını çarpmış, "hekim" olarak muayenesi sonucu herhangi birşeye gerek yok iken, devletin gözündeki "hekim" olarak, kendini korumaya almak için hastanın tomografisini istiyor, çünkü eğer milyonda bir ihtimalle de olsa yanlışlık olursa, fatura acımasız bir şekilde kendisine kesilecek, o yüzden "hekim" olarak gerek görmeyeceği ve radyasyon almasını istemeyeceği için yakınına yapmayacağı bir tetkiki istemek zorunda bırakılıyor.
Kısacası hükümet, asıl oy vatandaştan geliyor ne de olsa diye, sırf vatandaşa çalışmamalı, sağlık çalışanlarına da aynı şekilde sahip çıkıp adam yerine koymalı.
Saat beşe geliyor, daha düşünmemeye çalışıp biraz kestirmeye çalışacağım. Benim konuşmamla dertler biter mi...
Ah ülkem, ah insanlar... Ne olurdu herkes hakkı gözeten, kibar insanlar olsaydı...

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Yıllar, ölüm...

Ölüme gittikçe yaklaşıyoruz. Yaş o kadar hızlı ilerliyor ki, bir noktadan sonra insan alışıyor saymaya, çok garip gelmiyor hızlıca akıp gitmesi zamanın, birden dank ediyor kafasına...
Seneler olgunlaştırıyor insanı. Her halini görmeye alıştıkça insanların, çıkışlarınız birilerini yaraladıkça keskin taraflarınız azalmaya başlıyor.
Tanıdık insanlar artmaya ve gerçek dostlar yerinde saymaya devam ediyor. Artık amca, hala oluyorsunuz, babanız da dede olmuş oluyor.
Anne babada hastalıklar çıkmaya başlıyor yaşlılık belirtisi olan, artık onların küçük çocuğu olmaktan çıkıp onları takip etmeye başlıyorsunuz, ilaçlarını aldı mı, doktor kontrolüne gitti mi, dikkat ediyor mu yediğine içtiğine...
Başına buyruk hareket etme özgürlüğü elinizden alınıyor, ki zaten bu özgürlük üniversiteye kadar anne baba tarafından, üniversite sonrası da iş, varsa eş tarafından elinizden alınmakta otomatikman.
Eskiden ilkokul 2. sınıf bile size abi abla iken, şimdi 5. sınıfa giden bile bebek gibi görünüyor gözünüze.
Bazen, ölüme yaklaştığımın hep farkında olsam diye düşünüyorum, karşıma birden çıkınca hazırlıksız olmam, büyük hayal kırıklığı yaşamam diye. Geldiğinde hoşgeldin demeyi istiyorum.
Eskiden, 1 sene, 3 sene, 5 sene öncesini hatırlardık, anılarımız o zamana kadar uzanırdı, daha ilerisi yoktu. Şimdi ise yirmi sene önceki anılardan bahsediyoruz, ne zaman geldi geçti onca sene farkında değilim. Ölüme vardığımda da yine aynısı olacaktır, hiç farkında olmadan tüketmiş olacağım nefesleri...
Kim bilir, nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında
demiş şair.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

112'den - 9

Geçenlerde istasyonda beklerken anons geldi, adamın biri yakınlarına telefon edip fenalaştığını söylemiş, o yakını eve gidince kapıyı çalmış ama açmamış, kalp hastalığı da olduğundan 112'yi aramış. Vardığımızda kapıyı çaldık fakat açan olmadı. Herkeste bir telaş... Bu arada polis de geldi, evin anahtarı yakınlarında filan da olmadığı için kapıyı açamadık, çilingire haber verildi. Merdiven boşluğundan biri eve girmeyi deneyecekti fakat oradaki cam da kapalı olduğu için çıkamadı. Kapıyı çalmaya devam ediyoruz, içerden bir ses gelir mi diye dinliyoruz fakat ses seda yok. Bu arada adamın kardeşi de yanımızda idi. Telefon numarasını istedim, belki kapıya kadar gelemiyordur ama telefonu açabilir diye düşündüm. Aradım, adam açtı. Meğer bu hasta olan adam, kardeşini arayıp haber verdikten sonra kalkıp hastaneye gitmiş:) Kardeşi de telefon geldikten sonra hemen eve gitmiş, kapıyı çalıp çalıp açan olmayınca, başına bir şey geldi diye telaştan başka bir ihtimali hiç düşünmemiş. O telaştan sonra sevine sevine dağıldık biz de...

Sezeryan ve Kür(e)taj Üzerine...

Son günlerde sezeryan ve kürtaj üzerine tartışmalar başladı. Başbakan ve ardından muhalefet, tabipler açıklamalar yaptılar.
Sezeryan ile başlayalım, Türkiye'de %50 lerde olduğu ifade ediliyor sezeryan oranının. Sağlık bakanı, dünyadaki normalin %15 gibi bir rakam olduğundan bahsetti yanlış hatırlamıyorsam. Fakültede okurken de, hocaların bahsettiği, gereksiz yere sezeryan oranının fazla oluşu idi.
Sağlık açısından bakarsak, sezeryanin bir ameliyattır ve cerrahinin getirdiği riskleri taşımaktadır. Hem de, normal doğuımda yaşanan, bebeğin doğar doğmaz anne kucağına verilip bebek ve anne arasındaki ruhsal bağın oluşması, bebeğin ileriki yaşamında güven problemleri yaşamaması için gerekli görülüyor. Bunlar gibi henüz bilinmeyen birçok nedenden dolayı mormal doğumun tercih edilmesi gerektiğini biliyoruz. Maalesef Türkiye'de, hem doktorların gereksiz sezeryanlara göz yumması, hem annelerin "acısız" bir doğum tercihleri ve hem de sektörün kazancı nedeni ile sezeryan oranları bu kadar yüksek. Burada, başbakandan ziyade, sağlık bakanlığı zaten bu konuda birşeyler düşünüp yapmış ve gerekli önlemleri almış olması gerekiyordu.

Kürtaj meselesine gelince, kürtaj kelimesi, daha doğru bir ifade ile küretaj kelimesi kürete etmek-kazımaktan geliyor. Yani rahimin içinin kazınması. Dünyanın birçok yerinde bu kürtaj meselesi zaman zaman tartışma konusu olmuş, muhafazakar kesim karşısında dururken liberal kesim serbestlikten yana olmuştur. Türkiye'de gebeliklerde 10 haftaya kadar yasal olarak serbestlik vardır. Bu süre kısıtlaması bildiğim kadarı ile Amerika'da bulunmamaktadır. Bebeğin kalbinin, gebeliğin 6. haftasında atmaya başladığı düşünülür ise, 10 haftalık bir kürtaj, kalbi atmaya başlamış bir canlıyı öldürmek manasına gelir diye düşünyorum. Liberal olunacak ise bile, kürtaj için 10 hafta sınırı fazladır. Kürtaj, şahsi istekten kaynaklanabileceği gibi, tıbbi bir nedenden dolayı da gerçekleşebilir, yani tüm kürtajlar aynı değildir. Ayrıca tecavüz gibi sebeplerden hamile kalanlar vs durumları da ayrı ayrı düşünülmesi gereken konulardır. "Kürtajın engellenmesi özgürlükleri kısıtlar" mantığı ile meseleye yaklaşanlar olabilir. Özgürlüğün tanımında, kişinin özgürlük sınırı, başkasının özgürlük sınırının başladığı yere kadardır denilir. Başka bir yaşam beliriyorsa, artık o özgürlüğün sınırıdır. Çocuklar öyle kazara filan doğmaz. "İstemeden" de olmaz. En baştan itibaren sorumlu davranılmalı, tedbirini ona göre almalıdır vessalam...

Adnan Menderes'in Son Mektubu

"Sizlere dargın değilim. Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğinin biliyorum. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir. İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950'de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes'in ölüsü sizi ebediyete kadar takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam sizlerle beraberdir."

Not: Rivayete göre Adnan Menderes'in son mektubu budur, değişik kaynaklarda kelime farklılıkları olsa da mealen yaklaşık bu şekildedir.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Kafa Kağıdı - 2

Evvelki gün Necip Fazıl'ın doğum günü, dün de vefat yıl dönümü idi, Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.
Televizyonda bazı resimleri geçerken, yüz ifadelerine takıldı gözlerim. Kararlı, inançlı, sağlam bakışları vardı. Kafa yorduğu, zihni mücadelesi sanki yüzüne nakşolmuştu.
Konferans fotoğrafları da etkileyici idi. Heyecan vardı, inanmışlık vardı. Etrafındakileri coşku ile sürükleyecek bir potansiyel fışkırıyordu, sanki akımına kapılanlar yeniden yaşadıklarının farkına varacak, kafalardaki düşünceler yeniden kıymete binecek, bilindik vurdumduymazlık, neme lazımcılık ve bizden bir yol olmazcılıktan vazgeçip can bulacaklardı.
Ruhlara hitap eden insanlar bunlar. Yeniden, kendi manevi değerlerin ile yaşadığını, kendin gibi soluk alıp verdiğini hissettiren insanlar. Yaşama bir heyecan katan, gök kubbede hoş bir seda bırakan kimseler. Yeniden okunup anlaşılası kimseler, hazineler...

Türkiye'de Sağlık Hizmetleri Üzerine Kısa Bir Şahsi Görüş

Bir doktor olarak ülkemizi sağlık açısından bir cennet olarak görüyorum. Abarttığımı sanmayın sakın, hakikaten öyle. Bir kaç örnek üzerinden açıklamaya çalışacağım.
Çapada son sınıfta cerrahi servisinde idik. Serviste karaciğer nakli yapılan hastalar da kalıyordu ve Prof. Dr. İlgin Özden yürütüyordu nakil ameliyatlarını. Türkiye'de karaciğer naklinin maliyetinin 70 bin tl civarında olduğunu, ABD de ise 250 bin tl veya dolar, tam aklımda kalmamış,olduğunu söylüyordu. Serviste yeşilkartlı nakil olmuş hasta da vardı. Yani tek kuruş ödemeden karaciğer nakli gibi bir ameliyat oluyor ve ameliyatı da kalite standartları açısından ABD den farklı değil.
Bir diğer örneği ATT arkadaştan duydum, Muş'ta bir kadın üçüz doğum yapıyor, çocukların üçünde de doğumsal rahatsızlıklar var ve acil ameliyatları gerekiyor. Havaalanında üç ayrı hava nakil ambulansı bunları alıyor ve çevre illerdeki uygun merkezlere naklediyorlar. Kadın yeşilkartlı ve bunlar tamamen ücretsiz.
Bir diğer örneği bizim gündelik çıktığımız vakalar. Devletin sunduğu ambulans hizmeti ücretsiz. Her ambulans çıkışı tahminim 100 ila 150 tl arasında bir paraya mal oluyordur. Bazen sokaktan sarhoş topladığımız da oluyor, bazen sinir krizi geçirenlere gidiyoruz, eşi ile kavga edip bayılma taklidi yapan vakalara gidiyoruz...
Az önce gittiğimiz vaka da, normalde Almanya'da yaşıyorlarmış ama emekli olduktan sonra Türkiye'de sağlık hizmetleri çok iyi olduğu için buraya gelmişler.

Peki verilen bu hizmetin kıymetini bilme oranını soracak olursanız, maalesef azınlıkta. İnsanımız şükretmeyi genel olarak bilmiyor. Maalesef öyle. Gerçekten ihtiyacı olanlar hatırına onlara da eyvallah ediyoruz. Biraz önce bir vakaya gittik, yaşlı bir amca, tek başına yaşıyor. Ayağa kalkamıyormuş bugün, nefes darlığı çekmeye başlamış. Vardığımızda baktık, amca altını da ıslatmış. Sağolsun şoförümüz eline eldiveni giyip üzerini değiştirdi, komşusunun verdiği temiz kıyafetleri giydirdik, ambulansa alıp hastaneye götürdük. Böyle vakalarda, bir işe yaradığımız hissetmek bizi çok mutlu ediyor, ve yaptığımız işten de tatmin oluyoruz. Diğer yandan, sabah gittiğimiz bir vakada da, çevredekiler bize bağırıyor neden geç geldiniz diye, sanki biz yolda eğleşmişiz gibi, üstelik varış süremiz de muhtemelen beş dakika civarında iken. Bu tip durumlarda da muhatap olmamayı tercih ediyorum, hiç huyum olmadığı halde dönüp arkamı işime bakıyorum, yok sayıyorum söylediklerini. Yoksa ciddiye alacak olsam, bazen söylenilenler, sanki hizmetçi gibi görmeler insanı çileden çıkarır...
Neyse, bu konuya başka zaman başka şekilde değinirim.
Dediğim gibi, Türkiye'de şimdiki sağlık hizmetleri bir hayli iyi durumda. Her ne kadar, sağlık hizmetleri deyince vatandaşı ön plana çıkarıp o hizmeti sunanlar daha arka plana atılsa da, vatandaş açısından gayet iyi durumda. Ama daha önce dediğim gibi, kıymeti bilinmiyor. O yüzden de bu şekilde süreceğini zannetmiyorum. Kalite daha artacaktır ama bu kıymeti bilinmeyen kolaylık, görünür bir maddi neden olmasa da, azalacaktır.
Vesselam.

Fıkra Gibi - 2

Elazığ'ın Baskil adında bir ilçesi vardır, çeşitli söylentiler duydum.
Baskil'den Elazığ'a sabah gelirken güneş insanın gözüne vurur, akşam da Elazığ'dan Baskil'e dönerken yine insanın gözünü alır. Her gün Elazığ'a gidip gelen Baskilliler bundan rahatsız oluyorlarmış. Valiye dilekçe yazmışlar, ya Elazığ'ı taşıyın ya da güneşi taşıyın diye...
Bir de birinci ağızdan yaşanmış duyduğum olay, bizim ambulans istasyonuna geçen senelerde doğalgaz çekiliyormuş. Tesisatı bırakıp gitmişler, ertesi gün gelip takacaklarmış. O zamanki hizmetli, boruları inceleyip şoföre sormuş, "Bu borular plastik, içinden alev geçerken yanmayacak mı?" Bizim şoför gülmüş, yarın gelince sorarız demiş. Ertesi gün şoför, tesisatı döşeyeceklere sormuş, " Bizim bir arkadaş dün bu boruları gördü, merak etti içinden ateş nasıl geçecek, yanmaz mı bunlar diye" demiş. Tesisatçı "Baskilli mi o arkadaş?" demiş:)
Not: Bunlar sadece biraz fıkra niyetine yazılan şeylerdir, ola ki bir küçük görme yahut alay maksadı içermemektedir.


21 Mayıs 2012 Pazartesi

Torpil

Biliyor musunuz, küçük yerde yaşayınca insan bazı olguları ve bunların sonuçlarını daha net gözlemleyebiliyor.
1. Torpil denen vasıta ile, çoğu zaman, hak etmeyen kimse hak etmediği mevkiye getiriliyor. Bu başlı başına zulümdür bence. Hem o mevkiye, hem asıl o mevkiyi hak edene, hem de o mevkiden hizmet görecek tüm insanlara eziyet olmuş oluyor.
2. Ahlak çöküntüsü yaşanmış oluyor. İnsanlar kısa yoldan, "tanıdık" edinip bunun sonunda yine kısa yoldan mesafe almış oluyorlar, daha doğrusu aldıklarını zannediyorlar. En başta, belli mevkilere gelmiş kimselerin bu ahlaksızlığa karşı durmaları gerekir. Ama heyhat, aksine halka ahlaksızlığı öğretmiş oluyorlar. Yaptıkları şeyi "iyilik" zannetseler de aslında ahlaktan çaldıkları ile en büyük kötülüğü yapmış oluyorlar.

Bazen televizyonda dolaşırken yerel kanallara rasgeliyorum. Konuşmalarda o kadar çok "sayın başkanım", "sayın müdürüm", "sayın vekilim", "sayın...." kelimeleri geçiyor ki... Geçen bir lisenin mezunlarının toplantısını gösteriyor, sunucu mezun olanları, işadamları bilmem bürokratları filan filan diye büyük vecd içinde sıralıyor. Şundan nerdeyse eminim ki, o titreler o şahısların isimlerinin önünden kalkacak olsun, dönüp bakacak olmaz.
Ne kadar da çok ehemmiyet verip peşinde koşuluyor bu ünvanların. İnsanın midesi kalkıyor bunları görünce. Birinin bir yerde tanıdığı olunca böbürlene böbürlene anlatıyor. Yazık ki ne yazık.
3. Bir toplumu çökertmek için, torpili o toplumun içine sokun, tek başına yeter orasını rezil etmeye. Düşünsenize, işi bilmediği halde, torpil ile belediyenin başına geçsin adam, o şehirde yaşanır mı? Arsaları birilerine "ikram" eder, yollarındaki çukurlara bakmadan trilyonluk fuzuli şemsiye diker şehrin ortasına alay edercesine, şehrin arasokaklarında yerler çöp doludur... Akıllı ve işini bilen bir adam yönetse bu şehri, Harput tek başına binlerce turist çeker, dört tarafındaki barajlar binlerce kişiye iş imkanı sunar, Hazar dağında kış turizmi canlanıp büyük bir kayak merkezi olur, Maden gibi eski-otantik bir şehir filmlere plato olur. Şehir tertemiz, yolları düzgün, yaşanılası bir şehir olur, musluklardan kaynak suyu içersin... Beni asıl kızdıran da, bu olması pekala mümkün olan şeylerin, küçük insanların küçük hesaplarına kurban gitmesi.
Yazık. Çok yazık. İçine düştüğümüz bu duruma hakikaten üzülüyorum. Fakülteden Tevfik hocamız, kulakları çınlasın derdi ki, "Ülkemizin en büyük meselesi, ahlak meselesidir, başka bir şey değil.".
İnsanın bir kişilik onuru vardır. Kendi şahsiyeti, düşünceleri, idealleri, hayalleri, doğruları... Birilerince onaylanmak, ya da "büyük" birilerini tanıyıp böylece kendine de bir "büyüklük" payı çıkarmak, karakter yetmezliğinin sonucu şeyler olsa gerek...

19 Mayıs 2012 Cumartesi

112'den - 8

Az önce solunum sıkıntısı çeken bir hastaya gittik. Amca yaklaşık 10 senedir KOAH hastası. Yani akciğerlerinin çok az bir kısmını kullanabiliyor, çoğu zaman solunum sıkıntısı içinde. En büyük nedeni sigara bu hastalığın. Amca 10 senedir hasta olmasına rağmen gene de bırakamamış sigarayı, hala içebildikçe içiyor. Dışarı çıkamıyor çünkü nefes alıp vermesi bir makine aracılığı ile ve bu makine taşınacak gibi değil, birkaç dakikalığına bile ayrılamıyor neredeyse makineden. Amcaya bir serum takıp çıktık, zaten senelerdir bu hastalığı olduğundan aşina olmuş ilaçlara, serum bittiğinde nasıl çıkarılacağını biliyor. Bizden yarım saat sonra biz görevde iken başka bir ambulansı göndermişler oraya, anlaşılan ilaca rağmen nefesi açılmamış, hastaneye kaldırdılar.

Amca, bizim hemşire ile konuşurken, "Bu hastalık olmasaydı da hangi hastalık olursa olsundu" demiş. Solunum sıkıntısı olan hastalar genelde en sıkıntıda olan hastalar oluyor. Çünkü düşünsenize, aldığınız nefes size yetmiyor, sürekli bir nefes açlığı var, çoğu zaman boğuluyor gibi oluyorsunuz. " Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi" demiş ya Kanuni, bizce de " Olmaya devlet cihanda bir sıhhatli nefes gibi". Ne kadar şükretsek az. O amcanın yıllardır alamadığı o doyurucu nefesi, her nefesimizde alıyoruz. Diğer yandan da çoğu zaman hissettiği o nefes açlığını, aldığı nefese doyamama hissini de hiç hissetmiyoruz, kıymetini bilmek lazım...

18 Mayıs 2012 Cuma

Kafa Kağıdı

Sürekli birşeyler pompalıyor insanların beynine. Üçüncü sayfa haberleri, magazin adı altında kişilik(sizlik) reklamları, müzik kliplerinin insanın ruhunu bunaltan görüntüleri, insanların hırsını kamçılayan ve hepsi benim olsun dedirtmeye çalışan reklamlar, para kariyer ve güzel bir kadına sahip olmanın üstünlüğü(!)... Hırs yüklüyorlar insanlığın beynine, illa ki koşturacaklar kendi istedikleri doğrultuda.
Birçok insan, "özgürüm" yanılgısına kapılmış, halbuki özgürlüğü sadece birilerinin koyduğu hedefler ve kulvarları seçmede, farkında değil. Birileri dediğim illa ki bir isme sahip şahıs değil, belki bir grup, bir akımdır, uygulayıcılarını bulmuş bir düşüncedir, ama her ne ise, insanlıktan birşeyler kemirdiği kesin...


Fıkra Gibi

İki arkadaş dolmuşa biniyorlar Elazığ'da. Biri şoföre " Abi radyoyu açar mısın?" diyor, şoför oralı bile olmuyor. Yanındaki Elazığlı biraz yüksek sesle " Gaptan radyo var?", "He" diyor şoför. "E aç da dinliyek". Adam açıyor radyoyu:)


Sahibinden sitesindeki bir defibrilatörün satış ilanından:)
"KAPANAN TIP MERKEZİNDEN. 7 yılda toplam 3 kez kullanılmıştır(Son hasta 11 şoktan sonra canlandı ve hala hayatta). Çok temiz yeni sayılır. Alman malı."

112'den - 7

Geçenlerde bir sabah yaşlı bir hastaya gittik, uyandıramamışlar. Nabız, tansiyon, solunum normaldi, uyaranlara yanıtsızdı. Hipoglisemiden şüphelendim, glukometre gece ambulansta kaldığından şekerini ölçemedim. IV dekstroz takıp 50 cc sini de puşe verince hasta gözlerini açtı. 
Fakültede bir hoca buna benzer birşey anısını anlatmıştı. Dersi, hocanın adını unuttum ama bu kısmı aklımda kalmış, işime yaradı.
Sevdim bu işi:)
(Bizim verdiğimiz IV dextroz idi, resimdeki farklı)

16 Mayıs 2012 Çarşamba

112'den - 6

Dün akşama doğru bir hastaya gittik. Gençten biri, öğrenci, iki arkadaşı ile birlikte kalıyor. Markete gitmiş gelmiş, ondan sonra kendini kaybetmiş. Akut anksiyete ve konversiyon yani bir nevi sinir krizi denilen bir durumda idi. Normalde beş on dakikada kendine gelir bu tür vakalar. Yarım saatten fazla uğraştığımız halde gözünü açmadı. Bilinen bir hastalığı da yok. Arkadaşları da ne olduğunu anlamamış. Bir ara sayıklar gibi "Bimdeydi", "gördüm" gibi birkaç kelime söyledi. Kimi görmüş, ne olmuş bilemedik. Baktık kendine geleceği yok, hastaneye götürelim dedik fakat ara sıra kendini savurduğu için merdivenlerde düşürmeyelim diye sakinleştirici yaptım. Hangi durumda ve hangi dozda kullanacağımı biliyordum ama daha önce kullanmamıştım o ilaçtan. İlaçtan sonra pek hareket etmez oldu. Hastanenin aciline teslim edip ayrıldık. Hastayı teslim ederken, ilacın yan etkilerinden olan tansiyon düşürücü etkisi görülmüştü, serum taktılar. Ondan sonra endişe etmeye başladım.
Gece saat bir iki civarında başka bir vakayı yine aynı hastaneye götürdüğümüz zaman gidip kontrol ettim. Arkadaşları hala başında bekliyor, kendisi uyuyordu, durumu iyi imiş. Bizim uyuyan arkadaş, bir ara uyanmış, Bimde eski kız arkadaşını gördüğünü söylemiş:) Meğer onu kendinden geçiren bu imiş.
Bu sabah nöbetten çıkıp eve gelirken, yolda aklıma takıldı, acaba nasıl oldu diye dönüp geri hastaneye gittim. Gece yattığı yer boştu, ortada soracağım hemşire de olmadığı için geri döndüm. Eve giderken, dünkü o genci aldığımız yere yakın yoldan gidiyordum. Yanımdan yürüyerek biri geçti. Baktım, o:) Seslenip halini hatırını sorayım diye düşündüm fakat dün akşam onu uyandırmaya çalışırken, biraz sarsıp yüzünü hafiften tokatlamıştım, belki onu hatırlar diye sesimi çıkarmadım:) İlerlemeye devam etti, az ilerde Bim vardı. Güldüm Bimi görünce, herhalde dün girdiği yer burasıydı. Varıp gene girdi. Arkasından seslensem mi diye düşündüm, "Arkadaş girme oraya, sana iyi gelmiyor" diye:) Yürüyüp devam ettim...
Gülmek en iyi ilaçtır. ( Tabii çok ciddi hasta değilseniz. Öyle ise belki bir doktora görünmelisiniz )

15 Mayıs 2012 Salı

Bahar gelmiş





















Tabiata can gelmiş. Her taraf yemyeşil. Toprak kışın ardından yeniden güzellikler çıkarmaya başlamış. Büyükşehirlerin insanları! Caddelerde kaybolmayın, kırlarda kendinizi bulun. Bir akarsu kenarında suyun şırıltısını hissedin. Yeşilin değişik tonlarının zevkine varın, açık yeşilin, capcanlı yeşilin, berrak yeşilin, kahverengiye uyumlu yeşilin... Hepsinin tadını çıkarın gözlerinizle ve bu ziyafeti sunan Yaradana şükredin. Tadına varın tabiatın, içinize çekin temiz havayı, kulağınız bayram etsin araba sesi duymamaktan... Yağmur ile ıslanın dağlarda, ovalarda. Ahmak ıslatan deseler de aldırmayın, bir güzel ıslanın. Yaşadığınızı hissedin. Ayrılın şu ışıklı ekranların başından. Kulaklıklarınızı çıkarın, müzik dediğiniz tımbırtılardan vazgeçip kuşların, rüzgarın sesini duyun, olmazsa sessizliği dinleyin. Bakmayın haberlere. Hergün görmek zorunda mısınız trafik kazalarını, ezberlemediniz mi politikacıların ağız dalaşını. Dinlemeyin top peşinde koşan adamların uzun uzun ama içi boş yorumlarını, holiganların tapınır gibi izledikleri maçları duymayın, bilmeyin skorları. Kim kimi yenmişse yenmiş, dalmayın sizi çekmek istedikleri dünyaya. Yemeyin reklamlarda gördüğünüz şişirme markaların yapay tatlı gıdalarını. Zaten bir yeseniz ikinciye yiyemiyorsunuz, bıkıyorsunuz. Onun yerine zor da olsa gidin insan müdahalesi en az olan gıdalar tüketin. Damağınız, binlerce yıldır olduğu gibi fıtratına ne uygun ise onu tatsın. Makineler, laboratuarlarda üretilmiş tatlardan kurtulun. Koşun biraz, terleyin. Otobüs peşinde koşmak gibi olmayacak bu, dinlenmek için durduğunuzda otobüsün o kalabalık ortamında değil, tertemiz nefesi içinize çekeceğiniz tabiatın ortasında olacaksınız. Aldığınız nefesin size ne kadar mutluluk verdiğini görüp yaşadığınızı hissedeceksiniz. Yaşama sevincini duyacaksınız o zaman. Hala eliniz ayağınız tutarken, gözünüz görürken, içinize rahat bir nefes çekebiliyor iken tadın bunları. Yaşadığınızı hissedin. Canlı olduğunuzun, nefes alıp verdiğinizin farkına varın ve bundan tad alın.

13 Mayıs 2012 Pazar

112'den - 5

Bugün çok ilginç iki vakaya peşpeşe çıktık. İlki alkollü şahıs idi. Adam fazla içmiş, "Dünya bana mutlu olmam için bir şans vermedi" deyip hayata sövüyordu. İkinci vaka, genç bir kız idi. Muhtemelen öğrenci evi idi gittiğimiz ev. Kızcağız, arkadaşı ile fazla kitap okuma yarışına girmiş. Arkadaşı 1200 de kalmış, kendisi 1900. sayfayı bulmuş. Yemek yerken bile kitap okumuş. Sonra da fenalaşmış, 112 yi aramışlar. Fazla kitap okumaktan dolayı hastaneye kaldırdık:) Hikaye gibi ama gerçek...